Ekonomik yıkımdan çıkış için İşçi Programı

Adeta bağırarak yaklaşmakta olan ekonomik kriz, en sonunda tüm şiddetiyle patlak verdi. Son birkaç gün içinde Türk lirasının dolar ve diğer yabancı para birimleri karşısında olağanüstü değer kaybı yaşamasıyla, oldukça kırılgan durumda olan ülke ekonomisi çok şiddetli bir krizin içerisine yuvarlanmış durumda. Görünürde Rahip Brunson üzerinden dönen “rehine pazarlığında” ABD ile yaşanan gerilimden çıkmış görünen kriz, gerçekte AKP hükümetlerinin 16 yıl boyunca uyguladığı politikalar sonucunda, ekonomide biriken yapısal sorunların daha fazla sürdürülemez bir seviyeye gelmiş olmasından kaynaklanıyor.

Hatırlayalım: Erdoğan ve AKP-MHP ittifakının seçimlerin gerçekleşmesine daha 16 ay olmasına rağmen ülkeyi erken seçime götürmesinin ardında, yaklaşmakta olan ekonomik yıkım yatıyordu. Ekonomik yıkımın sonuçlarıyla henüz yüzleşmeden seçimleri kazanarak, iktidarlarını birkaç yıl daha uzatmak hedefindeydiler. Ne var ki, seçimlerin erkene çekilmesiyle krizin tarihi de öne çekilmiş oldu ve 24 Haziran’ın üzerinden daha iki ay geçmeden, ülke tarihinin en ağır ekonomik krizlerinden birisine yuvarlanmak üzereyiz.

Rahip Brunson’un ev hapsine gönderilmesinin ardından, ABD’nin açıklamaları ve yaptırım kararıyla hızla yükselmeye başlayan dolar, Ağustos başında 5 TL’nin üzerine çıktı ve bu satırlar yazılırken 7 TL civarında seyrediyor. Bu senenin başında 3,7 TL civarında olan dolar, böylece son 8 ay içerisinde TL karşısında neredeyse yüzde yüz oranında değer kazandı. Ülkenin toplam dış borcu 460 milyar dolar düzeyindeyken (milli gelirin yaklaşık yüzde 60’ı) ve bu yıl içerisinde ödenmesi gereken yaklaşık 240 milyar dolarlık borç varken, dolardaki bu artış ekonominin çöküşü anlamına geliyor.

Erdoğan ve kabinesine göre dolardaki artışın sebebini ekonomik nedenlerle açıklamak mümkün değil ve artışın sebebi ülkemize karşı dış güçlerin başlattığı “ekonomik savaştan” kaynaklanıyor. Hükümet, eğer bu savaşa karşı iman gücümüzle direnirsek dış güçlerin bu oyununu da bozabileceğimizi söylüyor ve halkı yastık altındaki dövizleri TL’ye çevirmeye çağırıyor. Eğer gerçekten bir “ekonomik savaşın” içerisindeysek, sorulması gereken çok önemli bazı sorular var. Neden Türkiye’ye karşı savaş açmış olan dış güçlerin Türkiye’de halen askeri üsleri bulunuyor, neden Türkiye devleti ve şirketleri bu “dış güçlere” dış borç ödemeye devam ediyor ve neden bu “dış güçlerin” şirketleri ülke içinde devasa kârlar ederek faaliyet sürdürmeye devam ediyor? Eğer ülke gerçekten bir savaşın içindeyse Erdoğan ve hükümetinin bu sorulara yanıt vermesi gerekir. Ya da “ekonomik savaş” söylemi, bir kez daha Erdoğan hükümetinin kendi sorumluluğunu örtbas etmek için uydurduğu bir bahane anlamına geliyor.

Evet, emperyalist ülkelerin ve mali sermayenin bugün döviz kurları üzerinden bir manipülasyon yaptığı gerçektir. Fakat buradaki asıl mesele, ülke ekonomisini bu kadar zayıf ve kırılgan hale getirerek bu manipülasyonlara imkân tanıyan Saray rejiminin kendisindedir. 16 yıl boyunca AKP tipi ekonomik büyümenin sonuçlarına bakalım. Devasa orandaki dış borç, milli gelirin yüzde 7’sine varan ve 50 milyar doları aşan cari açık, yüzde 15 civarında enflasyon, yüzde 10’un altına düşmeyen işsizlik, gelir dağılımında zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun iyiden iyiye açılması…

ABD ve Avrupa’daki düşük faizlerden ötürü ülkeye sıcak para girişi olduğunda, Saray rejimi devasa oranda borçlanmaya imkân tanımış ve bu paranın inşaata, silah sanayiine ve bireysel tüketimin artırılması gibi sürdürülebilir olmayan alanlara yatırılmasına öncülük etmişti. Şimdi ABD’de faiz artışlarıyla beraber bu eğilimin tersine dönmesi sonucunda ülkeden sıcak para çıkışı hızlandı ve borç para bulmak eskisi gibi kolay bir mesele olmaktan çıktı. Bunun yansıması Türkiye gibi bağımlı veya yarı sömürge ülkelerin para birimlerinin değer yitirmesiydi. Bu eğilime ek olarak, Erdoğan rejiminin mali sermayeyle ve emperyalist ülkelerle kof ve maceracı sürtüşmeler yaşaması, TL’nin diğer ülke para birimlerine kıyasla çok daha yüksek oranda değer yitirmesini beraberinde getirdi. Hatırlamak gerekirse, Erdoğan’ın Merkez Bankası üzerinde kontrol kurması ve bunu Londra’da borsa simsarları karşısında açıktan savunması, mali sermayeyi kaygılandırmış ve ülkeden para çıkışı hızlanmıştı. ABD ile yaşanan diplomatik gerilimler ve politik sürtüşmeler ise bu eğilimi hızlandırdı ve sonuçta TL’nin dolar karşısında tam anlamıyla yere çakılmasıyla sonuçlandı.

Çoğunluğu özel sektöre ait olan (yaklaşık 250 milyar dolar) dış borcun, dövizin bu olağanüstü yükselişi karşısında çevrilmesi mümkün değil ve bunun ilk aşamadaki yansıması şirket iflasları, bunların bankalara uzanması, kitlesel işten çıkarmalar ve işsizliğin tırmanması olacak. Aynı zamanda dövizdeki artış, yeni bir zam dalgasına ve enflasyondaki yükselişin artmasına neden olacak. Mevcut ekonomik yıkım tablosu karşısında Erdoğan rejiminin önünde iki seçenek bulunuyor. Birincisi, emperyalizmin ve mali sermayenin dayatmalarını kabul etmek. Faizlerin artırılması, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının garantisinin verilmesi, IMF’den veya daha dolaylı olarak alınacak krediler karşılığında emekçi halka dönük kemer sıkma politikasının uygulanması. İkincisi ise, emperyalizmle sürtüşmeye devam edip korporatist yapıda bir devlet kapitalizmine geçilmesi ve başta Çin olmak üzere alternatif yerlerden kaynak arayışına gidilmesi. İkinci ihtimal birincisine göre daha çetrefilli ve düşük bir ihtimal olmakla birlikte, Erdoğan’ın B ve C planları derken kastettiği tam olarak bu.

Emekçi halk için bu seçeneklerin “kırk katır ve kırk satır” denkleminden hiçbir farkı yok. Her iki ihtimal sonucunda da, emekçi kitleler kitlesel işten çıkarma dalgasıyla, ağır bir yoksullaşmayla, yeni bir zam dalgasıyla ve baskıcı önlemlerin artmasıyla karşı karşıya kalacak. Ekonomik yıkımdan kapitalizm çerçevesinde, emekçi halk yararına bir çıkışın olması mümkün değil. Bununla birlikte, kapitalizm içerisindeki “acı reçete” çözümüne mahkûm değiliz. Eğer krizin faturasını emekçi halkın değil krizin sorumlularının ödemesini istiyorsak, ekonomik yıkım karşısında bir İşçi Programı’nı öne sürmek zorundayız.

Her şeyden önce, devasa dış borcu yaratanlar, şirket ve banka iflaslarıyla bu borçları devletin üstlenmesini ve dolayısıyla bu borcun yükünü emekçi halka çıkaracaktır. Bunun karşısında dış borç ödemelerinin reddedilmesini ve bu kaynakların emekçi halkın yararına kullanılmasını savunmalıyız. Emperyalist ülkelerin mali sermayesi dış borç faizleriyle ülkeyi bugüne dek yeterince sömürdü! Bu borç emekçi halkın borcu değildir ve ona fatura edilemez. İkinci olarak, ülkenin ekonomik krize yuvarlanması sonucunda ülkeden sermaye çıkışı giderek artmakta ve ülke ekonomisi üzerindeki manipülasyon giderek derinleşmektedir. Bunu engellemenin yöntemi, sermaye giriş-çıkışları üzerinde ve dış ticarette devlet tekelinin sağlanmasıdır. Bankaların ve büyük şirketlerin tazminatsız kamulaştırılmasıyla merkezi planlı bir ekonomiye geçilmeli, ekonomik kaynaklar emekçi halkın çıkarları temel alınarak kullanılmalıdır. Bu talepler, ilk aşamada “gerçekçi” görünmeyebilir fakat bu seçeneğin dışındaki tüm yöntemler, krizin emekçi halk tarafından yüklenilmesinden başka bir anlam taşımayacaktır. Bu nedenle sendikalar ve emekten yana örgütler böylesi bir İşçi Programı etrafında bir mücadele planı oluşturmak zorunda.

Yorumlar kapalıdır.