“Yüksek faize karşıyım” ekonomisi – II

Bir önceki yazımızda, Cumhurbaşkanı’nın “yüksek faize karşıyım” açıklamasına rağmen piyasaların o anki ihtiyaçları doğrultusunda faizlerin yükseltilmesine açıktan karşı çıkmamasının altında politik nedenler var demiştik ve şu cümleyi kurmuştuk: “Şu anki enflasyon-faiz dengesi kredi mekanizmasını tamamen bitirecek yükseklikte değil ama aynı zamanda dışarıdan sıcak para gelmeyecek düşüklükte de değil. Bu denge hali günü kurtarmaya dönük politikalar üreten iktidara bir-iki ay zaman ve sıcak para kazandırabilir.”

Bu denge halinin yarattığı zamana ihtiyaç devam ediyor. Öyle ki Merkez Bankası (MB) yaptığı son toplantıda faizi sabit tuttu (yüzde 17). Ayrıca enflasyon dizginlenene kadar faizlerin inmeyeceği mesajını da verdi. Dolar kuru bu faiz oranı karşısında yıllık enflasyon baz alındığında olması gereken yere, 6,95-7,00 civarına geldi. Peki dövizin inişe geçmesinin ekonomi üzerinde yarattığı olumlu bir durum var mı? Görünen o ki yok.

Finansallaşma

Biden yönetimi 1,9 trilyon dolarlık pandemi paketini onayladı. ABD’nin pandemiye karşı koyduğu ilk tepki de düşük faizli bol ve ucuz trilyonlarca doları dünyaya saçmak olmuştu. Fakat bu iktisadi politika 2008 küresel krizinden beri inişli çıkışlı da olsa sürdürülmekteydi. Ucuz para döneminin getirdiği bu durum reel sektörde kâr oranlarının düşüklüğü nedeniyle sermayedarları daha fazla borsaya, balon kredilere, tahvil ve takas gibi paradan paranın kazanılacağı finansal piyasalara yönlendirdi. Ne de olsa risk oranı az kolay para sermayedarlar için daha cazip.

Bunun yarattığı bir başka durum da küçük ve orta ölçekte para sahiplerinin bile borsaya akması oldu. Örneğin, Türkiye’de Ocak 2020’de 30 yaş altında yaklaşık 50 bin yatırımcı borsada hisse senedi alırken, bu sayı tam bir yıl sonra, Ocak 2021’de 350 bini aştı. 2020 yılı boyunca borsaya giren yeni yatırımcı sayısı bir milyon kişiden fazlaydı. Bu tablo aynı zamanda TL’nin değersizleşmesine karşı koruma hamlesi olarak da okunabilir. Tıpkı birçok kişinin elindeki TL’yi dolara çevirerek (dolarizasyon) bankada tutması gibi…

Bu finansallaşma sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde yaşanıyor. ABD’deki GameStop ve benzeri olayların temel nedeni de bu. Para finansallaştıkça gerçek ekonomiden ayrışıyor. İşte patlamak üzere şişmekte olan bu balon neticesinde işsizlikten ve enflasyondan kırılan bir ekonomide Borsa İstanbul rekorlar kırabiliyor. Reel ekonomi ve finans arasındaki makas açıldıkça, iktisadi veriler gerçek tabloyu gittikçe daha kırılmış bir biçimde yansıtıyor. Bu tehlikeli ayrışma göz ardı edilerek iktisadi analiz yapılamaz.

Gerçek ekonomide durum ne?

En başta sorduğumuz soruya dönelim. Döviz düşmüş olsa bile enflasyonda iyileşme şöyle dursun market fiyatları, genel hayat pahalılığı daha fazla can yakıyor. Asgari ücrete yapılan zam, alım gücü açısından hızla eriyor. Özellikle gıda fiyatlarındaki artış Saray’a da ulaşmış olacak ki polisiye önlemlerle, cezalarla, tehditlerle fiyat düşürmenin yollarını aramaya başladılar. Enflasyonla polisiye önlemler alarak mücadele etmeye çalışan bir ülkenin iki yıl sonrası için randevu verdiği Ay’a seyahat fikrinin jenerik olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Bütçeye göre hazine bu yıl 245 milyar TL açık verecek. 2021 Ocak ayında bütçe 24,1 milyar açık verdi. Oysa geçen yıl ocak ayında 21 milyar fazla vermişti. Bir başka açık sorunu da doların düşmesinin ithalat üzerinde baskı yapması nedeniyle cari açığın artması. TL değerlendikçe ithalat ile ihracat arasındaki makas açılıyor. TL’nin en değersiz olduğu yıl olan 2020’de bile ihracat yerinde saydı. 169 milyar dolarlık ihracat rakamı 2014 yılı ihracatından sadece 3 milyar dolar daha fazla. Unutmayalım, 2023 ihracat hedefi 500 milyar dolardı.

İşsizlik ve borçluluk oranlarında da durum iç açıcı değil. Geniş tanımlı işsizlik yüzde 27’lerde, genç nüfusta bu oran çok daha fazla. Hane halkı borçları ise 2020 yılında bir önceki yıla göre yüzde 35 arttı. 2020 yılı sonunda toplam hane halkı borçları 853 milyar TL’ye erişti. Bu borçluluğun temelinde, 2020 yılının büyük bölümünde gerçekleşen düşük faizli bol kredi politikası var.

Genel olarak diyebiliriz ki, Türkiye büyüdükçe cari açık ve bütçe açığı veriyor. Ancak kredi ile büyüdüğünden dolayı büyümenin bir başka faturası da borçluluk oranlarının artışı oluyor. Hormonlu beslenmeden büyüyemeyen bir ülke haline geldiğimiz rahatlıkla söylenebilir.

Büyümenin faturası işçi sınıfına

2020 yılının kötü geçmesinin yarattığı baz etkisi 2021’de kendisini gösterecektir. Ekonominin temel verilerinde büyümenin söz konusu olması çok olası. 2020 tüm yıl büyüme beklentisi yüzde 2’nin biraz üzerinde, bu büyüme karşısında verilen cari açık ise GSYH’nin yüzde 5’i oldu. Çeşitli kuruluşların Türkiye için 2021 büyüme tahminleri ise yüzde 6’dan fazla, böylesi bir durumda cari açık çok daha fazla artacak demektir. Üstüne bütçe açığını da koyalım, onun üstüne de artacak kredi borçluluğunu ekleyelim (çünkü büyümek için faiz düşürülüp kredi tekrar pompalanacaktır). İşte hormonlu büyümenin yan etkileri bunlar. Bu büyümenin faturası da işçi sınıfına kesilecek.

Türkiye’nin gerçekten büyümesi için yüzde 5 ve üzeri iktisadi büyüme yakalaması gerekiyor. Bu büyümenin de gerçek olması şart. Bunu da emekçilerin düşen tüketimlerini onları borçlandırarak değil, alım güçlerini artırarak gerçekleştirmek gerekir. Finansal alana sıkışmış bir ekonomi yönetimi gerçek sorunlarımızı çözemez. Döviz-faiz kıskacı ülkeyi paradan para kazanan kumarbazların ülkesi haline getiriyor.

Hayat koşullarının iyileştirilmesi için, planlı ve merkezi bir sanayiye geçilmesi ve finansal alanı reel sektöre tabii kılacak bir iktisadi anlayışın yürürlüğe konması gerekir. Bu durum işçi sınıfının ekonomik denetimi altında olduğu sürece toplumun tüm kesimleri iktisadi büyümeyi hissedebilir ve toplumsal refah sağlanabilir. Bu yolun dışında, kâğıt üzerinde büyümenin bile yıkıcı sonuçlarının olduğu kaotik bir kriz ve toplumsal huzursuzluk içinde debelenip durmak zorundayız. Acil sorunlarımızın gerçekçi çözümünün anahtarı, ekonomide üretenlerin yönetimi ve denetimi olmalı.

Yorumlar kapalıdır.