Hayat pahalılığı, yağma ve talan ekonomisinin sonucudur!
Enflasyonun giderek arttığı bir seneyi geride bıraktık. 2021 yılı enflasyonu TÜİK’in çarpıtılmış hesabına göre yüzde 36,8 olarak açıklanırken, Enflasyon Araştırma Grubu’na (ENAG) göre yüzde 82,8 olarak tespit edildi. ENAG’ın ocak ayı verilerine göre ise enflasyon aylık olarak yüzde 15,52, yıllık olarak ise yüzde 114,87 artmış oldu. Temel tüketim maddelerinin her geçen gün fahiş bir biçimde arttığı bir süreçte toplumun en yoksul ve güvencesiz kesimlerinin gelirleri artmadı; aksine, tercih edilen ekonomi politikalarına kurban edildi, enflasyon altında ezildi. Eriyen alım gücü sonucunda kitleler açlıkla sınanırken, iktidar önce fiyat artışlarındaki suçu birkaç markete attı, “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” diyerek faiz indirimine devam etti. Sonuç, doların 18 TL’yi geçmesi ve bir gece yarısı operasyonu ile kamu bankalarından 20 milyar dolardan fazla paranın piyasaya sürülmesiyle dövizin düşürülmesi oldu, ancak ne pahasına? “Kur korumalı mevduat hesabı” politikası ile dövizdeki artışın maliyeti Hazine’ye yüklendi ve iflas eden ekonomi, yağan zamlarla emekçi halka fatura edildi.
Saray rejimi “yeni ekonomik modeli” ile kitlelere yoksulluğa biraz daha sabır göstermesini telkin ederken, zenginlere kaynak transferine devam ediyor. Adı açıkça yağma olan bu modelin uygulanması rejimin büyük bir sıkışmışlık içerisine girdiğinin göstergesidir, binlerce emekçinin geleceği daha fazla vergi ve borçluluk sarmalı altında ipotek altına alındı. Özel sektöre yüksek teşvik ve verilen garantiler, kirası ödenen ve yolcu garantili otoyollar, havalimanı projeleri, şehir hastaneleri… Bu yükün asıl taşıyıcısı ise Hazine, yani kamu gelirleridir, nitekim yeni yıl itibarıyla tüm vergi kalemleri ve harçlar ortalama yüzde 36 artırıldı. Alkol, sigara, otomobil, elektrik ve doğalgaz gibi tüketim maddelerine fahiş zamlar getirildi. Sadece elektriğe getirilen kademeli zam ile aylık 150 kwh üstü kullanım yüzde 125 zamlandı; bu da Türkiye’deki bir hanenin ortalama aylık 417 TL elektrik faturası ödeyeceği anlamına gelir.
Tüm bu yağma karşısında işçi ve emekçi ücretlerine yapılan zamlar durumu net bir biçimde özetliyor. Asgari ücrete yapılan yüzde 50 zam yeni yıl ile açıklanan zamlarla elimize bile geçmeden erirken, memurlara ve emeklilere yüzde 25-30 dolayında zamlar yapıldı. Özel sektör ise tamamen işverenlerin inisiyatifine kalmış durumda ancak yapılan zamlar resmi enflasyonun altında. Örgütlü olan ve grev yaptırımı olan metal sektöründe bile ilk altı ayda yüzde 27,44 oranında zamma imza atıldı.
Ücret artışlarındaki bu sefalet tablosu, pandemi sonrası derinleşen ekonomik kriz ve hiperenflasyon ortamı ile ilgili değil; yıllara yayılan işçi emekçi düşmanı politikaların bir sonucu. TÜİK tarafından dört yılda bir açıklanan işgücü maliyeti istatistiklerine göre 2016-2020 yılları arasında ortalama brüt işçi ücretleri yüzde 30,4 artarken, resmi enflasyon (TÜFE) ise yüzde 72,6 oranında artmış. TÜİK’in rakamları bile mevcut iktidarın ekonomik mucizesini oldukça iyi özetliyor.
Ne var ki, şu an pek çok kesim krizden çıkışı yapılacak seçimlerden umuyor. Muhalefet olası bir seçimde iktidarı alırsa ekonomi biliminin gereklerine (!) uygun hareket ederek, mevcut duruma mucizevi bir çözüm getirecekmiş gibi açıklamalarda bulunuyor. Oysaki bu saldırı dalgası ekonominin bilirkişilere emanet edilmesi ile ilgili değil, son derece açık olarak sınıfsal tercihlere bağlı. Yani bu durumda Millet İttifakı’nın da temsil ettiği burjuva kampların talepleri doğrultusunda bu enkaza el atacağını öngörmek pek de zor değil. Bugün işçi ve emekçilerin yaşanan bu saldırı dalgasını bertaraf edip, geleceklerinin sermaye yararına ipotek altına alınmasını reddetmeleri kendi ittifaklarını inşa etmeleriyle ilintili. Ücret talebi ile gelişen irili ufaklı mücadelelerden demokratik hakların savunusuna dek emekçilerin kendi acil talepleri doğrultusunda kuracakları emek ittifakı, en yakıcı ihtiyaç olarak duruyor.
Yorumlar kapalıdır.