2024’ün dersleri, yeni mücadele döneminin görevlerine işaret ediyor
Emekçiler için her açıdan zorlu bir yılı geride bırakıyoruz. Emekçilere bir kez daha sefaleti işaret eden 2025 asgari ücreti ise önümüzdeki yıl hakkında muazzam bir fragman sunuyor. Ama bunun aynı zamanda bir sonuç, geride bıraktığımız yılın bir karnesi olduğunu da görmemiz gerekiyor. İktidar açısından olduğu kadar (ve hatta daha fazla) bizler açısından da bir karne. 2024’e biraz da bu açıdan bakalım…
2024’e nasıl başlamıştık?
2024’e başlarken iki önemli eğilimle karşı karşıyaydık. İktidar, 2023 Mayıs seçimleri nedeniyle zamana yaydığı kemer sıkma politikalarını sertleştirme hazırlığı içindeydi. Mehmet Şimşek bunu ilan ediyor ve önündeki tek engelin 2024 yerel seçimleri olduğuna işaret ediyordu. Bu durumu Kasım 2023 yazılarımızda “Seçimlerin ardından Şimşek’in hayalini kurduğu ‘rasyonel politikalar’ bir kusursuz fırtına gibi emekçilerin üzerinde estirilecek,” diyerek ifade etmiştik. Bankaların ve şirketlerin elde ettiği olağanüstü kârlar karşısında, emekçilerin milli gelirden aldığı payın tarihin en düşük seviyesine gerilediği koşullarda uygulanacak bu IMF’siz IMF politikası, emekçilerin sefalet koşullarına mahkûm edilmesi anlamına gelecekti.
Ancak güçlü bir diğer eğilim de vardı: Emekçiler ülkenin dört bir yanında, onurlu çalışma ve yaşam koşulları talebiyle örgütlenmeye, sendikalaşmaya, haklarını korumaya veya ilerletmeye çalışıyorlardı. İktidarın emek düşmanı politikalarını, antidemokratik, keyfi ve baskıcı uygulamalarını daha fazla sorgulayan, bunlar karşısında yüzünü mücadeleye ve/veya alternatif arayışlara dönen bir eğilim vardı.
Nitekim 2024 yerel seçimleri, AKP’nin iktidar ömrü boyunca aldığı en büyük yenilgiyle sonuçlandı. AKP ilk kez, girdiği bir seçimde ikinci sıraya düştü. Kitleler, iktidara bir “güvensizlik oyu” vermişti. Ama kime güveneceklerdi? CHP, 2023 seçimlerinden derslerle mevcut hoşnutsuzluğu kendine oy olarak devşirmeyi başarmıştı -sosyalist solun ve Kürt siyasal hareketinin desteği ile. Ancak emekçiler için iktidarın emek düşmanı politikaları karşısında sınıf eksenli bağımsız bir alternatifin inşası bir kez daha ikincil görülerek ertelenmiş oldu.
Yenilen var ama kazanan var mı?
Bu yüzden, yılın ikinci çeyreğinin en önemli sorusu şuydu: AKP yenildi ama kim kazandı? AKP-MHP iktidarı önemli bir yenilgi almıştı ama karşısında güçlenen sınıf çizgisi değil, burjuva muhalefeti temsil eden CHP’nin daha kontrollü ve dengeli bir Tek Adam rejimi çerçevesinde hayata geçirmeyi vaat ettiği programdı. Nitekim “normalleşmenin” elini ilk sıkanlar onlar oldu. Peki emekçiler, emek örgütleri bu boşluğu doldurabilir miydi? Bu açıdan en önemli kırılma noktalarından biri İstanbul 1 Mayıs’ı oldu. Sendikal bürokrasilerin çıkarlarının ve ikameci siyasi anlayışlarının bir sonucu olarak, Türkiye işçi sınıfı ile emekçileri açısından parçalı ve bölünmüş bir tablo ortaya koyuldu. Kapitalist ekonomik krizin derinleştiği, asgari ücrete ara zam yapılmayacağının açıklandığı, emekçilerin ve emeklilerin sefalet ücretlerine mahkûm olduğu durum karşısında, işçi hareketinin mevcut önderliklerinin bu bilinçli tutumumun sonuçları elbette ağır olacaktı.
İktidar bu boşluğu -mevcut hoşnutsuzluğun örgütsüzlüğünü- gördü. Ve üçüncü çeyrek, asgari ücrete ara zam yapmama konusunda geri adım atmayan iktidarın, kemer sıkma politikalarını sıkılaştıracağını açıkça ilan ettiği dönem oldu. İktidar, yenilgiyi belki unutmamış ama politik üstünlüğü yeniden ele geçirmişti. Üç sendikal konfederasyonun, öncesinde yapmadıkları ortak hamleyi tabanlarının huzursuzluğu ve basıncıyla geç de olsa ortaya koyması bu dönemde gerçekleşti. Temmuz ayında Türk-İş, Hak-iş ve DİSK’in ortak imzasıyla “İnsan onuruna yaraşır bir yaşam istiyoruz” diyerek emekçilerin ve emeklilerin acil sorunlarını on madde altında ele alan ortak bir açıklama yapıldı. Bunu izleyen süreç, sendikaların tekil miting ve eylemleri ile devam etti. Özellikle işçi havzalarında gerçekleşen eylemler, emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunu açıkça ortaya koyuyordu ama bu gerçeklik, sendikal bürokrasilerin birleşik mücadele önündeki duruşları ile bir kez daha örgütlü ve yaygın bir güce dönüşebilme iradesinden yoksun kaldı. Yine yaz ayları birçok işyerinde sendikalaşma ve insanca yaşayacak ücret talepleri için mücadelelere sahne oldu. Farklı konfederasyonlara bağlı sendikalarda örgütlenen işçilerin sorunları da talepleri de ortaktı. Ama bir kez daha mücadeleleri birleştirecek ortak bir eylem programından yoksundu.
Yılın son çeyreğine bu koşullarda girmiştik. İç ve dış politikanın malzemelerinden faydalanma kullanma konusunda zaten ustalaşmış olan Tek Adam rejimi, bu dönemi havuç ve sopa yoluyla meşruiyetini yeniden devşirmenin peşinde geçirdi. Emekçilerle adeta dalga geçen ekonomi politikaları, Polonez işçilerinin anayasal hakkını polisiye önlemlerle bastırmaya dönük uygulamalar, grev yasakları, yeniden gündeme gelen kayyum politikaları, “Terörsüz Türkiye” adı altında Kürt sorununa yönelik çözümsüzlük önerileri, aileyi güçlendirme adı altında sunduğu kadın düşmanlığı vd. hepsini aynı bütünün parçaları olarak ele almak gerekiyor. Bugün geldiğimiz noktada reva görülen “asgari ücret zammı” ise -yazının başında da belirttiğim gibi- bu yıl sınıflar mücadelesi açısından oluşmuş dengelerin bariz bir özeti!
Yeni bir mücadele dönemine doğru…
Yılın başında beliren iki eğilimden birincisi, bağımsız sınıf politikasına dayalı bir alternatifin yaratılması konusundaki başarısızlığın sonucu olarak, iktidarın emek düşmanı ekonomi politikalarını sürdürmesi lehine ilerledi. Ve iktidar, 2025’te de emekçilere iyi bir şey vaat etmiyor. Ancak bu dengeyi değiştirebilecek en önemli güç yine yanı başımızda; Polonez’de, MKB’de, Tarkett’te, Temel Conta’da, işçilerin kararlı mücadelesinde yatıyor.
2025’e bu koşullarda ve bu derslerle giriyoruz… Önümüzde her açıdan bir mücadele dönemi olduğu açık! Soru ve görev ise aynı: Bu mücadeleleri tek ve aynı mücadele olarak görmeyi, birleştirmeyi; “insan onuruna yaraşır bir ücret ve yaşam” talebi etrafında bir emek ittifakı çerçevesinde ilerletmeyi başarabilir miyiz?
Yorumlar kapalıdır.