Seçimi kim kazanacak?

Dünyanın en yüksek ikinci enflasyonu Türkiye’de. Özellikle son bir yıl içinde gıdadan kiraya, ulaşımdan enerjiye fiyatlar inanılmaz şekilde arttı. Birçok insan neyin pahalı, neyin ucuz ve uygun olduğunu dahi hesap ve takip edemez hale geldi. Bütün bunlara mukabil ücretler ve gelirlerdeki artış hayat pahalılığının çok altında kaldı. Örneğin geçen yıl net 2825 lira olan asgari ücret şu an 5500 lira. Artış oranı neredeyse iki katı ama buna rağmen asgari ücretin alım gücü tersine iki kat azaldı. Kısacası, enflasyon ve hayat pahalılığının faturası başta işçi ve emekçiler olmak üzere toplumun dar gelirli kesimlerine kesildi. Buna mukabil başta bankalar olmak üzere şirketler ise olağanüstü kârlar elde etti. Sonuç; emeğin milli gelirden aldığı pay yüzde 25’lere gerilerken sermayenin payı yüzde 55’lere çıktı. Türkiye’de şu an emekten daha ucuz ve kıymetsiz bir şey yok.

Ülkece emeğimiz, paramız, gelirimiz, varlıklarımız öylesine çöp haline gelmiş durumda ki örneğin Avrupa’nın en fakir ülkelerinden Bulgaristan’ın vatandaşları ucuz diye akın akın Türkiye’ye geliyor. Seksen beş milyonun kahir ekseriyeti için pahalı olan mal ve hizmetler düne kadar doğrudan emek göçü aldığımız Bulgaristan vatandaşları için dahi kelepir muamelesi görüyor. Evet, eski Türkiye, birçok anlamda ve biçimde, artık yok. Ama yeni bir Türkiye de, müstakil manada ve şekilde, kurulmuş değil. Umumi manzaramız, tahliye nedeniyle zararına satış ilanı asmış iflas etmiş dükkân misali. O yüzden bir yandan Körfez sermayesi, bir yandan Rus oligarklar, her daim ABD-AB emperyalizmi, öte yandan resmi/gayri resmi dahili yiyiciler memleketin her bir varlığına ve zenginliğine sökün etmiş durumda.

Ve gözü olan herkesin görebildiği üzere, batan geminin mallarına hücum misali, özellikle son dönemde bu yağma yarışı iyice çığırından çıktı. Çünkü en geç dokuz ay içinde cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri yapılacak. Ve görünen o ki iktidar için Yağma Hasan’ın böreği düzeninin sonuna gelinmek üzere. Muhalefet kazanma iradesini ortaya koyduğu için değil boylu boyunca iktidar iflah olmaz biçimde çürüdüğü için öyle. Örneğin Gülşen’i sözüm ona imam hatip hassasiyeti nedeniyle tutuklamak olası seçimin kaybedileceğinin de bir belgesi niteliğinde. Yasaklanan konserler, Gülşen’i tutuklama, ona buna çemkirmeler, üzerine eklenecek olası sınır ötesi operasyonlarla birlikte iktidarın seçim kampanyasının bizatihi kendisi zaten aşağı yukarı bu. Bunlar Peker’in ifşa ettiği SPK üçkâğıdı gibi pislikleri dahi örtmeye yeter mi? Kaldı ki ekonomik ve sosyal yıkıma merhem olsun. Nitekim dün “Ayakların baş olduğu nerede görülmüş?” diyen müflis iktidar bugün artık “Hepimiz aynı gemideyiz!” deme lüzumunu görüyor.

Ama sorun şu: Yirmi yıllık yıkım (2002-2022), öncesindeki yirmi yıllık (1982-2002) çözülme ve çürümenin ardından geldi. Demokratik ve sosyal hakları paspas gibi çiğneyen, siyaseti saraylar kurmanın aracı haline getiren, sermaye için her şeyi mubah kılarken emekçiler için asgari düzeyde onurlu bir hayat yaşamayı dahi imkânsız kılan bir anlayış ve düzen bunlara yol açtı. Özelleştirmelerle, sendikasızlaştırmayla, esnek ve güvencesiz çalışmayla, kamusal tüm hak ve hizmetleri piyasanın insafına terk etmeyle, kalkınma adına kadim doğayı ve kültürü yok etmeyle buralara dek gelindi. Şimdi bu korkunç tabloyu yaratan müflis anlayış ve düzen sorgulanmadan “seçimi kim kazanacak?” sorusu ne kadar anlamlı ve dönüştürücü olabilir? Son kırk yılın yıkım tablosu yeniden ve daha beter şekillerde yaşanmak istenmiyorsa AKP-MHP’ye değil AKP-MHP’gillere son verecek bir anlayış ve düzen kurmak gerekiyor. Millet İttifakı’na yaslanarak AKP-MHP saltanatına son vermek buna yeter mi?

Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu tüm birikmiş ve güncel demokratik, siyasal, sosyal ve ekonomik sorunları sınıfsal sorunlar. Sınıfsal sorunlar ancak sınıfsal temelde çözülebilir. Emek, özgürlük ve eşitlik diyorsak bu ancak antikapitalist bir program temelinde olabilir. Bunun TÜSİAD ziyaretiyle, “radikal demokrasi” anlayışıyla vs. olması beklenemez. Sınıf mücadelesinde bir yanlış birçok doğruyu götürür. Ortaklaşacağımız nokta milli gelirden aldığı pay yüzde 25’lere gerilemiş emeğin onurunu ve varlığını yeniden ayağa kaldırmak olmalı. Esnek çalışma rejimine son vererek, işten atmayı yasaklayarak, insan onuruna uygun ücret ve çalışma düzeni kurarak, sendikalaşma ve örgütlenme önündeki engelleri kaldırarak, özelleştirilenleri kamulaştırarak ve siyasal demokrasiyi kurumsallaştırarak başlayabiliriz… Sizce de böylesi bir acil program etrafında bir ittifak oluşturmak, seçimi kimin kazanacağından daha öncelikli ve önemli olmaz mı?

Yorumlar kapalıdır.