Çokuluslu Bekaert’in kârları, Saray rejiminin grev yasaklarıyla korunmak isteniyor

13 Aralık gecesi Birleşik Metal-İş (BMİS) ve Özçelik-İş’in Bekaert Çelik şirketinin iki fabrikasında aldığı grev kararları, cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, grevleri “Millî Güvenliği Bozucu Nitelikte” görmesi nedeniyle, yine onun tarafından “ertelendi”. Ancak Anayasa’nın 54. maddesi ile 2822 sayılı yasa, Türkiye’deki her grev “ertelenmesinin”, aslında fiilen bir grev “yasağı” olarak hayata geçirilmesini güvence altına alıyor. Dolayısıyla bu bir erteleme değil; ama işçi sınıfının, mevcut derin ekonomik ve siyasi kriz karşısında alım gücünü koruyabilmesi için başvurması gereken ve başvurmaya sonuna kadar hakkı olan grev silahından men edilmesidir. AKP hükümetleri döneminde bugüne kadar 87 bin işçi greve çıkmışken, grevi yasaklanan işçi sayısı 195 bine ulaştı! Aralık 2018’de konuşan Erdoğan, tam olarak bununla övünmemiş miydi?

“Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı. (…) Grevsiz bir toplum meydana geliyor.” (Aralık 2018)

Ancak “grev denilen olayın” ortadan kalkmış olmasının sebebi, işçi sınıfının, greve çıkmaya ihtiyaç duymayacak bir sosyal ve ekonomik refaha erişmiş olması değil; bunun sebebi, “grev denilen olayın”, rejim tarafından, onun kararnameleri ve polisleriyle, ortadan kaldırılmak isteniyor olması.

Resmi verilere göre Kasım ayındaki artışla birlikte Türkiye’deki yıllık enflasyon %84,39’a yükseldi. ENAG’a göre enflasyon %181’in üzerinde. Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu olan Türk-İş’in Kasım ayı raporu ise, yoksulluk sınırını 25.365 TL olarak açıkladı. Yine bu rapora göre işçinin yıllık mutfak enflasyonu %137,38’e çıktı ve bekar bir işçinin aylık maliyeti de 10.170 TL olarak gerçekleşti.

BMİS üyesi 440 Bekaert işçisi ile Özçelik-İş üyesi 560 Bekaert işçisinin aldıkları grev kararının ardında yatan motivasyon, işte bu ekonomik enkazla açıklanabilir. Ekonomik krizin etkisi pandemiyle derinleşirken, rejim, sermaye gruplarına üst üste kurtarma programları açıkladı ve enflasyonu kullanarak emekçilerin alım gücünü düşürdü. Böylece Türkiye tarihinde emek gücü ilk kez, milli gelirin %27’sini almaya başladı. Bu oran 2019’da %31,4’tü.

Bekaert grevinin yasaklanması, bu tarihsel sömürü oranlarının patronların çıkarına olacak şekilde rejim tarafından korunmak istenmesinin yalnızca bir başka ifadesi. Bu bakımdan Saray rejimi, sınai ve mali oligarşinin taleplerinin aktarma kayışı rolünü oynamaktan daha fazlasını yapmıyor. Zira kriz işçi sınıfını yokluğa sürüklerken, rejimin mali ve polisiye koruması altında sermaye, kârlarını katlayarak artırdı.

Bekaert, merkezi Belçika’da bulunan ve dünya çapında 28 bin kişiyi istihdam eden küresel bir şirket. Uluslararası bir çelik devi olan şirket, Nazi işgali altındaki Belçika’da Zwevegem kentinin valiliğini yapan (babasından devralarak) ve yine Nazi işgali altında Belçika Ulusal Bankası’nın naipliğini üstlenen Léon Bekaert’in kanlı ve kirli mirasının bir parçası. Soykırıma, savaş suçlarına ve işgallere ortak olunarak birikimi sağlanmış olan bu kirli sermayenin çıkarlarının bugün de korunabilmesi için Saray rejimi düzmece gerekçelerle Bekaert işçilerinin grevlerinin “ertelendiğini” duyuruyor.

Bekaert’in 2021 yılı mali raporu, hisse sahiplerine, firmanın ne denli kâr ettiğini açıklayan bir övgü belgesi. İşte bu mali raporda öne çıkan birkaç veri:

– 4,8 milyar avroyu bulan konsolide satışlar (%28’lik bir artış) ve 5,9 milyar avroluk kombine satışlar (%32’lik artış).

– FAVÖK (faiz ve vergi öncesi kâr), geçen yıla oranla %89’luk artışla 515 milyon avroluk bir yükselişle %10,6’lık bir marjla sonuçlandı.

– 2020’nin sonundaki bilançoyu ikiye katlayarak ve %10,6’lık bir marj oluşturarak 513 milyon avroluk FAVÖK.

– ROCE’de (kullanılan sermayenin getirisi) %23,7’lik artış, 2020 performansının neredeyse iki katı.

– Hisse başına 7,14 avroluk kazanç, önceki yılın üç katı.

Bunların yanı sıra Bekaert, Haziran 2022’den bu yana, yani son 3 aylık dönemde, gelirlerinde %23,97’lik ve net gelirlerinde de %14,3’lük kazanç elde etti. 

Hissedarlarına yaptıkları kârlarla övünen bir firmanın, Türk rejiminden grev yasaklamasını talep etmesi çelişkili bir olay değil; tam aksine, bunlar birbirlerini tamamlayan iki olgu. Toplumun kullanımına açılmayan, ama ufacık bir parazitin semirmesi için kullanılan bu kârlar, tam da işçilerin sosyal ve demokratik haklarının engellenmesiyle elde ediliyor.

AKP hükümetleri döneminde 12 Eylül’ün darbeci anayasası birçok kez revize edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan birçok defa, bu anayasa revizyonlarını, kendi iktidarlarının demokratik başarıları olarak gördüğünü kaydetti. Ancak bu doğru değil. Fiili grev yasaklarının hala sürmesinden de anlayabileceğimiz üzere, 12 Eylül anayasasının patronların ve oligarşinin çıkarına olan işçi düşmanı ve antidemokratik maddelerine hiçbir zaman dokunulmadı. Türkiye İşverenleri Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) 1982’de, cunta diktatörlüğünün yönetim kadrolarına hazırladığı bir raporda şöyle yazıyordu: “Grev ve lokavtın erteleme sebepleri genişletilmeli, kamu düzenine, kamu yararına ve genel ekonomik yarara aykırı noktaya geldiğinde Bakanlar Kurulu tarafından ertelenebilmelidir. Erteleme grev başlamadan da yapılabilmelidir. ” Patronların bu talepleri hiç ikiletilmeden kabul edildi ve Anayasa’nın 54. maddesi ile 2822 sayılı yasada karşılandı.

Genel seçimlerin yaklaştığı şu sıralarda, Cumhur İttifakı anayasa değişikliği gündemini bir kere daha emekçilerin huzuruna sunmaya çalışıyor. O halde şimdi, grevleri yasaklanan Bekaert işçilerinin, Cumhur İttifakı’na şu soruları sormaya hakkı olacaktır:

– Yeni anayasada grev “ertelemeleri”, yani yasaklamaları kaldırılacak mı?

– Yeni anayasada, arabulucu atanması benzeri bekletici ve yorucu süreçler öngörülmeksizin, greve çıkmak hak olarak güvence altına alınacak mı?

– Yeni anayasada sendikalı olmadan da ve işyerinde, yasaların dayattığı bürokratik çoğunluğu sağlamadan da greve çıkmak hak olarak güvence altına alınacak mı?

– Yeni anayasada, işçiler sendikalaştığı için veya fiili greve çıktığı için işten atmalara başvurmak yasaklanacak mı?

Bekaert işçileri bu soruların cevaplarını hak ediyor çünkü Cumhur İttifakı, tıpkı Bekaert işçileri gibi bütün işçilerden, hazırladıkları yeni anayasadan razı olmalarını talep ediyor. Ne var ki, rejim bu noktada dilediği cevabı alabilecek gibi durmuyor, zira grevlerin yasaklanabildiği, greve çıkmanın imkansız hale getirildiği, sendikalı ve grevci işçilerin cezalandırılabildiği bir anayasaya razı değiliz.

“Milli güvenlik” gerekçesiyle grevlerin yasaklanabilir oluşu, daima, rejimin birkaç kurumu tarafından dahi itinayla yorumlanan düzmece bir mazeret olageldi. Bu konuda düşülen şerhleri hatırlamak önemli.

Danıştay’ın 2006/2551 sayılı kararında der ki, 

“(…) yasal bir grevin yasada öngörülen anlamda milli güvenliği bozucu nitelikte görülebilmesi için, ülke ve devletin özel savunma ve güvenlik altına alınmasını zorunlu kılacak ciddi tehlikelerin ortaya çıkması gerekmektedir.”

Anayasa Mahkemesi de 1974/13 sayılı kararında şöyle bir itirafta bulunmaktadır: 

“Oysa ‘milli güvenlik’ ve ‘kamu düzeni’ uygulayıcıların kişisel görüş ve anlayışlarına göre genişleyebilecek, öznel yorumlara elverişli, bu nedenle de keyfiliğe dek varabilir çeşitli ve aşamalı uygulamalara yol açacak genel kavramlardır.”

Şimdi Bekaert işçileri, rejimin keyfi ve düzmece grev yasağını tanımayarak, 13 Aralık’ta saat 13.00’te grevlerine çıkacaklarını ve grevlerini sürdüreceklerini duyurdu. Rejimin grev yasağının tanınmaması ve ekonomik krizin faturasının işçi sınıfına ödetilmemesi için Bekaert işçilerinin başlattıkları bu mücadelenin etrafında bütün bir işçi hareketi, sendikalar, demokratik hak örgütleri ve sosyalist partiler kenetlenmeli. BMİS ile Özçelik-İş’in grev kararı, demokratik ve meşru bir karar olarak sonuna dek savunulmalı; bu iki sendikanın, tabanları bölmeyecek ama bir araya getirecek olan birleşik bir eylem ve mücadele planı açıklaması için çalışabilmeliyiz. Bu grevlerle dayanışmak ve grevlere yardım toplamak için okullarda, mahallelerde, işyerlerinde, kafelerde, evlerde tanıdıklarımızı ve çevremizi grevin meşruiyetine ve taleplerine kazanmalıyız. 

Grev bir eşiktir. Yasaklanan bir greve çıkmak ise bambaşka bir eşiktir. Bekaert işçileri bu eşiği geçmeyi göze aldıysa, onların bu azmini ve kararlılığını hak edebilmeliyiz. Onları hak etmek için, onlarla birlikte yılmadan mücadele etmeliyiz. Zira Engels’in de yazdığı üzere:

“Bir grev için gereken cesaret, gerçekte çoğu zaman bir ayaklanma için gerekenden daha yüksek bir cesarettir, daha yürekli, daha kararlı bir cesaret olduğu açıktır. İşin doğrusu, yoksunluğu deneyimiyle bilen bir emekçi için, onu eşi ve çocuklarıyla birlikte göğüslemek, aylarca açlığa ve sefilliğe dayanmak ve bütün bunlar sırasında da sağlam ve sarsılmamış durmak pek de azımsanacak bir şey değildir. Adım adım açlıktan ölümle, açlıktan ölmekte olan bir ailenin gündelik manzarasıyla, burjuvazinin gelecekte intikam alacağını bile bile, İngiliz emekçinin, mülk sahibi sınıfın boyunduruğu altına girmektense bütün bunları seçmesiyle karşılaştırıldığı zaman, bir Fransız devrimcinin ölmesi ya da kadırgada kürek mahkumluğu nedir ki? (…) Tek bir burjuvayı eğebilmek için bu kadar şeye dayanan bir halk, tüm burjuvazinin gücünü kırmayı başaracaktır.” (İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu)

Yorumlar kapalıdır.