Bütün siyasi, ekonomik ve toplumsal kurumlar belirli bir sınıfsal karaktere sahiptir. Bu sınıfsal karakter, eski sınıfın karşısında yeni bir devrimci sınıfın yükselişi söz konusu olduğunda birtakım esneklikler sergileyebilir (19. ve 20. yüzyılda işçi sınıfının meclis seçimlerinde oy verme hakkını elde etmesi gibi), ancak sınıfsal karakterin kırmızı çizgileri yerinden oynamaz (aç kitleler, oy verme hakları olmasına rağmen, hala açtırlar). Dolayısıyla, bu kurumlar vasıtasıyla birtakım reformları hayata geçirmek ve kazanımlar elde etmek mümkün olsa da, bu kurumların kendisinin reforma tabi tutularak başlıca sınıfsal-siyasal doğalarının aksine işlev görmelerini sağlamak, mümkün değildir.
Türkiye’de yaklaşan 14 Mayıs seçimleri bağlamında Türkiye Büyük Millet Meclisi, buna benzer bir tarihsel gerilimin ve politik strateji farklılığının konusu durumunda. TBMM, başkanlık rejiminden kopuş temelinde ve emekçi halkın en acil ihtiyaçlarına yanıt geliştirme yeteneğine sahip olacak şekilde, reforma tabi tutulabilir mi? Yoksa başkanlık rejiminden kopuşu ve işçi sınıfının en yakıcı ve tarihsel demokratik ve ekonomik özlemlerini gündeme getirebilmek için yeni bir meclise mi ihtiyaç var?
16 Nisan 2017 referandumunda YSK’nin mühürsüz oyları geçerli sayan hilesiyle birlikte TBMM’nin yasama yetkisinin fiilen önüne geçildi, ‘Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri’ adı altında Beştepe’ye verildi. TBMM’nin yürütme, yani Saray üzerindeki denetim yetkileri kaldırıldı. Devletin faaliyetleri üzerinde kontrol kurması yasaklandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana daima oldukça sınırlı yetkilere sahip olan ve sık sık kapatılan parlamento, bütün siyasal işlevlerinden arındırıldı.
Düzen muhalefetinin iddiası, bu yasal süreci tersine çevireceği ve ‘güçlendirilmiş parlamenter sisteme’ geçiş yapılacağı. Ancak bu iddia dahi kendi içinde bir siyasal itiraf taşıyor: Ancak zayıf ve ilk sarsıntıyla devrilmeye eğilimli olan yapıların ‘güçlendirilmeye’ ihtiyacı vardır. ‘Güçlendirilmiş’ bir parlamenter sistem, temelleri ve kuruluş mantığı zayıf olduğu için ‘güçlendirilmek’ istenmiştir. Gerçek bir siyasal demokrasinin ‘güçlendirilmeye’ ihtiyacı kalmaz.
Tarihte kimi dönemler vardır ve bu dönemlerde, geniş kitlelerin yaşamsal ihtiyaçları ve talepleri ile altında yaşadıkları kurumların siyasal kapasitesi arasında aşılmaz ve şiddetli bir çelişki belirir. Bu kurumlar, üzerine oturtuldukları sınıfsal sektörün çıkarları gereği, kitlelerin gereksinimlerine cevap veremez olurlar ve çürüme evresine girerler. Türkiye’de yaşanmakta olan budur.
Türk demokrasisinin son birkaç yıldır içine girdiği kriz, rejimin temsilcilerinin hukuki normlara uygun davranmıyor oluşuyla, yabancı sermayenin ülkedeki gelişmeleri ‘kaygıyla’ takip ediyor olmasıyla veya mevcut mecliste az veya çok sayıda işçi-emekçi, ezilen milletvekilinin olmasıyla ilgili değil. Türk demokrasisinin krizi, Türk kapitalizminin krizinin siyasal bir sonucu. Türk kapitalizminin sermaye birikim krizi, kapitalist sınıfların herhangi bir yasal veya hukuki pürüze takılmadan sömürüyü yoğunlaştırma ve doğayı talan etme taleplerini beraberinde getirdi. AKP’nin tek yaptığı bu taleplerin aktarma kayışı rolünü oynamasıydı. Artık Yargıtay’a takılmadan su havzaları üzerine HES’ler yapılabilir, hukuki yaptırımlar hakkında kaygı duymadan sendikalaşan işçiler işten atılabilir, mahkeme kararları beklenmeden mega projelerin inşaatına girişilebilir. Başkanlık rejiminin alamet-i farikası budur: Anayasa kitapçığını paranın rengine boyamak.
Dolayısıyla emekçi kitlelerin temsil organı, emek gücünü sömüren ve doğal varlıkları yağmalayan bu çıkarlar toplamıyla mücadele edebilme kapasitesine sahip olmalı. Yoksa bu temsil organı, oligarşinin çıkarlarının başka bir taşıyıcısı haline gelmekten kurtulamaz. Siyasal demokrasi krizine son vermek, ancak ve ancak kapitalist sınıfın sömürücü çıkarları karşısında duracak olan emekçi sınıfların mücadele organları ve mücadele örgütleriyle (devrimci parti gibi) mümkün.
Bu bağlamda TBMM emekçilerin meclisi değil, hiçbir zaman da olmayacak. Meclise seçilen bütün işçi-emekçi ve sömürülen adaylar, kendi kurumlarında değil, burjuvazinin alanında mücadele ediyor olacaklar. Dolayısıyla bu meclisin ‘bizim’ olduğuna dönük siyasal ajitasyon ve propaganda da, işçi sınıfı öncüsü içinde demokratik yanılgılar ve kafa karışıklıkları yaratması bakımından ciddi bir politik hata olma özelliğini taşıyor. Bu meclisin üzerine oturtulduğu sınıfsal sektörler ve çıkarlar reforme edilemez, ancak işçilerin seferberliğiyle varlık şartları ortadan kaldırılabilir. Bunun için ise kopuşçu bir perspektifi emekçi sınıflar arasında tartışmaya açabilmeli ve onları bu perspektife kazanabilmeliyiz. Bu noktada, söz konusu kopuşçu perspektifin arkasında sınıfımızı seferber edebilmek için bizim önerdiğimiz slogan ise Kurucu Meclis’tir.
Kurucu Meclis yeni bir anayasa hazırlamak, dolaysıyla da yeni bir ülke inşa etmek için yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde birleştirir. En yüksek karar verici ve hukuki organdır. Herhangi bir seçim barajı olmaksızın bütün toplumsal kesimlere açıktır: Emek hareketi, sendikalar, kadın ve LGBTİA örgütleri, ezilen ulus temsilcileri, farklı inanç toplulukları, çevre hareketi ve benzerleri. Kurucu Meclis bileşenleriyle birlikte yeni bir ülke inşa ederken, eskisini enkaz haline getirmiş olan siyasal programla da hesaplaşmak zorundadır. Yürütme ve yasamayı kendisinde bir araya getirmesinin nedeni budur: Köhnemiş toplumsal güçlerin, neden oldukları krizlerin faturasını ödemeden varlıklarını sürdürmesini engellemek.
İşçi Demokrasisi Partisi’nin milletvekili adayları bulundukları bütün alanlarda bağımsız ve egemen bir Kurucu Meclis şeklindeki devrimci ve kopuşçu perspektifi gündeme getiriyorlar. Rejimle bir politik hesaplaşmanın eşiğinde olan işçi hareketinin, böylesine bir programla siyasal olarak silahlanması yaşamsal önemde. Bütün çabamız bunun içindir.
Yorumlar kapalıdır.