Merhaba Enes, öncelikle okurlarımız için kısaca kendini tanıtır mısın?
Ben Enes Karakaş. Aslen Erzincan Kemahlıyım ama İstanbul’da doğdum ve büyüdüm. 24 yaşındayım ve sosyalistim. İşçi Demokrasisi Partisi’nde mücadele veriyorum. 2021 Ocak ayında üniversitemize kayyum rektör atanması sonrasında başlayan direniş, hayatımda önemli bir dönemece tekabül ediyor. Bu seçimlerde Boğaziçi direnişinin mütevazı bir emekçisi olarak, İşçi Demokrasisi Partisi’nin Türkiye İşçi Partisi listelerinden 2. bölge milletvekili adayıyım.
Adaylık kampanyanda öne çıkan taleplerden biri “Üniversitelerde söz yetki karar; öğrenci, akademisyen ve emekçilere!” Boğaziçi direnişçisi bir aday olarak bu talebin üniversitelerin yapısı açısından önemini anlatabilir misin?
Üniversitelere kayyum atayan Tek Adam rejimi karşısında “Kayyum Rektör İstemiyoruz!” diyen binlerce öğrenci seferber oldu. Bu kitle seferberliği içerisinde üniversitelerin nasıl yönetilmesi gerektiği sorusu da öne çıkan başlıklardan birisiydi. Yani atama gibi antidemokratik bir yöntem kabul edilmiyordu ama bunun yanında örneğin rektörlük seçimlerinde seçme ve seçilme hakkının akademisyenlerle sınırlı olması da bir tartışma konusuydu. Bu noktada üniversitelerin bileşenlerce yani emekçiler, akademisyenler ve öğrenciler tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu talep Boğaziçi direnişi içinde de önemli bir karşılık buldu. Ben de bu talebi seçim sürecinde elimden geldiğince yükseltmek istiyorum. Çünkü kampüsteki hayatı ve üretimi bir bütün olarak görüyorum. Yani derslikleri temizleyen emekçiler, yurtlarda yaşayan öğrenciler veya bilimsel araştırma yapan akademisyenler eşit bir şekilde üniversitelerin bileşeni. Dolayısıyla rektörlük seçimlerinde de üniversite senatosunda da akademisyenler, öğrenciler, emekçiler ve onların örgütleri -örneğin sendikalar ve öğrenci temsilci kurulları- söz hakkına sahip olmalı. Bu sayede öğrencilerin yurt ve yemekhane gibi sorunları çözülebilir veya üniversite emekçilerinin ekonomik ve sosyal hakları ilerletilebilir. Keza akademisyenlerin ifade özgürlüğü ve iş güvencesi de bu şekilde garanti altına alınabilir.
Üniversite bütçesinin sermaye lehine değil de laik, demokratik, bilimsel, parasız ve anadilinde eğitime ayrılmasını ve bütün üniversite bileşenlerinin ihtiyaçları için kullanılmasını sağlamalıyız.
Üniversite bütçesinin sermaye lehine değil de laik, demokratik, bilimsel, parasız ve anadilinde eğitime ayrılmasını ve bütün üniversite bileşenlerinin ihtiyaçları için kullanılmasını sağlamalıyız. Bunun yolu da öğrencilerin ve emekçilerin de yönetimde söz sahibi olduğu bir üniversiteden, yani Özgür Emekçiler Üniversitesi’nden geçiyor.
Gençlik hareketinin Türkiye’deki demokrasi mücadelesindeki yerini ve bu mücadeleye katkısını nasıl görüyorsun?
Türkiye’deki öğrenci hareketi, son yıllarda Boğaziçi direnişi ve İstanbul Üniversitesi’nde fakültelerin bölünmesine karşı eylemler gibi örneklerde görüleceği üzere önemli mücadelelerden geçti. Bu eylemler üniversitelerin yerel sorunlarından başlasa da çok hızlı bir biçimde hükümet karşıtı eylemlere dönüştü. Bunun etkisiyle öğrenci hareketi, Tek Adam rejimini teşhir ederek onun antidemokratik karakterini emekçilere göstermeyi başardı. Bununla birlikte, öğrenci hareketi savunmacı bir karakterde ilerliyor. Yani rejimin saldırılarına karşı koyma ve bu saldırıları engelleme noktasına sıkışmış bir durumda. Gençlik hareketi var olan hakların gaspına karşı çıkmaktan öteye geçemiyor ve bu hakları ilerletmeyi de pek başaramıyor. Bu durumun değişmesi için öğrencilerin kendiliğinden eylemlere hapsolan hareket biçiminin yerine öğrencilerin yakıcı ihtiyaçlarını Başkanlık rejiminden çıkarak çözmeyi öneren bir mücadele programı etrafında seferber olmasına ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Böylece öğrenci gençlik emekçilerle ve tüm ezilen kesimlerle birlikte rejimden kopuş mücadelesinde asli unsurlardan biri haline gelebilir.
Kayyum rejimine her alanda son verilmesi için mücadeleyi yükseltme çağrısında bulunuyoruz.
Kampanyanda öne çıkan bir diğer slogan “Kayyum rejimine son! Siyasi tutsaklara özgürlük!” Cumhur İttifakı altında Kürt halkı ve siyasi temsilcileri antidemokratik saldırıların daima odağında oldu. Bu konuda neler söylemek istersin?
Cumhur İttifakı’nın temelini her şeyden önce Kürt düşmanı, baskıcı ve yayılmacı politikaların oluşturduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan yönetimi, 7 Haziran 2015 seçim yenilgisinin faturasını HDP’ye kesmeye çalıştı. İktidarı elinde tutabilmek için savaş ve korku politikalarını devreye soktu. Kürt halkının demokratik iradesini engellemek için her yöntemi denedi ve denemeye devam ediyor. Başta Selahattin Demirtaş olmak üzere Kürt halkının seçilmiş binlerce temsilcisi düzmece davalarla cezaevlerine tıkıldı. HDP’nin seçilmiş milletvekillikleri Saray’dan sipariş edilen davalarla düşürüldü. HDP’ye dönük kapatma davası açılarak kendi adıyla seçimlere girmesi engellendi. HDP’nin tüm seçilmiş belediyelerine kayyumlar atandı. Boğaziçi öğrencileri olarak belediyelere atanan kayyumlarla üniversitemize atanan rektör arasında bir fark görmüyoruz. Tek Adam rejiminin aslında bir kayyum rejimine dönüştüğünü söylüyoruz ve bu kayyum rejimine her alanda son verilmesi için mücadeleyi yükseltme çağrısında bulunuyoruz.
Şunu asla unutmayalım. Ülkede demokratik hak ve özgürlüklerin tesis edilebilmesi, Kürt halkının demokratik ve ulusal haklarının kabulünden geçmektedir. Kalıcı barışın tesisi, halkların özgürce ve kardeşçe yaşayabilmesi ancak bu yolla mümkündür.
“Kurucu Meclis” öneriniz bu açıdan nereye tekabül ediyor?
Toplumun tüm sömürülen ve ezilen kesimlerinin lehine bir çözümün başkanlık rejiminden kopuşu zorunlu kıldığını düşünüyorum. Bu kopuşu temsil edecek, demokratik ve emekten yana yeni bir anayasanın oluşturulmasını sağlayacak yolun ise Kurucu Meclis’ten geçtiğini düşünüyoruz. Barajsız seçimler yoluyla; yalnızca siyasi partilerle sınırlı olmayan, yani sendikaların, işçi ve emekçilerin, kadınların, lgbti+ların, gençlerin ve onların örgütlerinin, Kürt halkının ve toplumun tüm ezilen kesimlerinin dahil olacağı bir Kurucu Meclis’in oluşturulmasını, mücadele deneyimlerimizin doğrudan meclise taşınmasını ve yeni bir anayasanın bu şekilde yazılmasını savunuyoruz. Böyle bir meclis, gençlik hareketinin de talep ve önerileri ile sürece doğrudan müdahil olabileceği bir çözüm olacaktır.
Rejim, antidemokratik saldırılarını lgbti+fobiyle meşrulaştırmak istiyor.
Boğaziçi direnişi gençlik hareketinin yanı sıra lgbti+ hareketinin taleplerini ve rejimin lgbti+fobik karakterini de ortaya koydu. Rejimin, lgbti+lara dönük baskı ve inkâr politikasını nasıl değerlendiriyorsun?
Başından beri patriyarkadan beslenen, cinsiyetçi, ayrımcı politikalar sürdüren AKP, başkanlık rejimine geçişle birlikte lgbti+fobiyi öne çıkarmaya, nefret söylemini meşrulaştırmaya ve baskı ve şiddetle bu alanı daha da sıkıştırmaya başlamıştı. İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesi sürecinde gördüğümüz tablo Boğaziçi direnişinde de karşımıza çıktı. İktidarın sıkışmışlığının da etkisiyle kitle seferberliklerinin meşruluğunu sarsmak için lgbti+fobiye sıkça başvurdu rejim. Çünkü antidemokratik saldırılarını lgbti+fobiyle meşrulaştırmak istiyorlar. Şimdi seçim sürecinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin en sağcı ittifak bileşimi ile buna devam ediyorlar. Cumhur İttifakı seçim sürecini yine aynı nefret söyleminin üzerine kuruyor.
Saray rejiminin lgbti+ düşmanı politikalarının özellikle üniversitelerde karşımıza çıkmasının altında yatan sebeplerden birinin, lgbti+ hareketinin geliştiği alanların başını kampüslerin çekiyor olması söylenebilir. Ancak üniversitelerdeki bütün bu baskılara, lgbti+ kulüplerine yönelik yasaklamalara ve doğrudan varoluşlarına yönelik baskıya rağmen lgbti+ların bir yolunu bularak örgütlülüklerini devam ettirme çabaları oldukça önemli ve ben bu deneyimlerini kişisel olarak oldukça etkileyici ve öğretici buluyorum.
Bugün üniversitelerin verdiği eğitimin niteliğini nasıl değerlendirirsin?
Üniversitelerdeki eğitimi değerlendirmeden önce, AKP dönemi eğitim politikalarının genel olarak gerici karakterini ifade etmek isterim. 4+4+4 sistemi, proje okullar, imam hatiplerin yaygınlaştırılması ve eğitimin özelleştirilmesi gibi politikalar yoluyla AKP, eğitim sistemini neredeyse kamusal bir hak olmaktan çıkardı ve dinci-gerici müfredata daha da ağırlık verdi. Üniversitelerdeki eğitim de bu durumdan azade değil. AKP döneminde her şehre açılan üniversiteler yoluyla eğitimin niteliği gerilemiş ve üniversite eğitimi genç işsizliği gizlemek dışında işlevi olmayan bir hale gelmiş durumda. Sermayenin çıkarları doğrultusunda örgütlenen eğitim sistemi anlayışıyla vakıf üniversitelerinin sayısı arttı ve üniversite eğitimi kamusal bir hizmet olma yönünü ciddi oranda kaybetti. Bunun haricinde Tek Adam rejiminin gerici yaklaşımı sebebiyle ODTÜ Evrim Konferansı gibi bilimsel etkinlikler de yasaklanmakta ve evrimsel biyoloji gibi bazı disiplinlere özel bir baskı uygulanmakta.
Öğrenci ve emekçi gençlik arasındaki makas kapandı.
Gençliği daha çok eğitim bağlamında ele aldık ama emekçi gençliğin işsizlik, güvencesizlik gibi birçok sorunu daha var. Bu konularda hangi çözümleri öneriyorsun?
Öğrenciler ve emekçi gençler eskiden özgül yanları daha fazla olan, farklılıkları daha görünür bir ayrıma dayanıyordu. Fakat son yıllarda aradaki makas gitgide kapandı. Artık üniversite öğrencilerinin çok büyük kısmı okurken çalışmak zorunda. Hatta on binlerce öğrenci kazandığı halde kayıt yaptırmıyor, kayıt yaptıranlarsa çalışmaktan okula gitmeye vakit bulamıyor. DİSK-AR 2022 verilerine göre geniş tanımlı genç işsizlik yüzde 32,5 seviyesinde. Yani neredeyse her üç gençten biri işsiz. Bir işe sahip olan emekçi gençlerse sigortasız çalışıyor ve eşdeğer işe eşit ücret alamıyor, sendikalı bir işte çalışmaksa bu tabloda gençler için hayal. Bu tablonun değişmesi için eşdeğer işe eşit ücretin zorunluluk olması, sigortasız-kayıtsız çalışmanın suç sayılması gerekiyor. Genç işsizliğin azaltılması için iş saatlerinin kısaltılması şart. İş saatlerinin ücretler korunarak 6 saate indirilmesi ve 4. vardiyanın tesisi yoluyla genç işsizliği sorunu çözülebilir.
***
Editörün önerileri:
Yorumlar kapalıdır.