Milletvekili adayı Sedat Durel: “Devasa tekeller işçi denetiminde kamulaştırılmadan gerçekten çevreci bir yönetime sahip olmamız mümkün değil”

İşçi Demokrasisi Partisi kurucu üyesi ve çevre mühendisi Sedat Durel, Türkiye İşçi Partisi listelerinden İstanbul 1. bölge milletvekili adayı. Emekten ve doğadan yana bir programı savunan Durel’le seçim kampanyasındaki talepleri üzerine konuştuk.

Enerji, maden ve inşaat tekellerinin tazminatsız kamulaştırılması talebiyle seçimlerde aday oldun. Neden aday olduğunu ve kamulaştırma talebini anlatabilir misin?

Türkiye büyük bir yıkımın tam ortasında ve bu yıkımların yanı sıra küresel iklim krizinin etkileri de en çok biz işçi ve emekçileri vuruyor. İşte tam da bu yüzden, doğal dengenin devamlılığı ve güvenilir bir yaşam için Emekçiler Yönetmeli şiarını yaymak, emekçileri böyle bir mücadelenin parçası haline getirmek için İşçi Demokrasisi Partisi olarak Türkiye İşçi Partisi listelerinden milletvekili adayı olduk. Emekçi halkımızdan yalnızca oy değil, mücadelemizin de bir parçası olmalarını bekliyoruz.

Türkiye’de her sosyal gündem artık bir sorun olarak adlandırılıyor. Eğitim, sağlık, alım gücü, kadınlar, lgbti+lar, Kürtler, depreme dayanıklı güvenli ve sağlıklı barınma, soluduğumuz hava, içtiğimiz su ve hatta yediğimiz gıdanın güvenliği… Tüm bu sorunların AKP iktidarı altında katlanarak büyümesinin aslında yalnızca bir sebebi var. O da şu: Türkiye’nin büyük holdingleri dünya ile rekabet edebilecek yeterlilikte bir sermaye birikimine sahip değil. Agresif bir büyüme için de emeğin toplumdan aldığı payın azaltılması ve hızlı bir döngü ile paraya çevrilebilecek enerji, madencilik ve inşaat sektörleri için doğanın baş döndürücü bir biçimde talana açılması gerekiyor.

Doğal denge, kapitalistlerin yönetiminde her zaman sarsılacak ve devasa yıkımlar yaratılacak. Bunun karşısında doğa dostu bir üretim ve yaşam için de emekçilerin yönetmesi gerekiyor.

Holdingler için tüm sorunların tek çözümü vardır: daha çok kâr etmek. Ve bunun da tek bir sonucu olabilir: yeni devasa yıkımlar. İDP’nin kurucu üyelerinden biri olarak “Emekçiler Yönetmeli” sloganı ile yola çıkıp TİP listelerinden aday olmamın sebeplerinden biri de bu. Doğal denge, kapitalistlerin yönetiminde her zaman sarsılacak ve devasa yıkımlar yaratılacak. Bunun karşısında doğa dostu bir üretim ve yaşam için de emekçilerin yönetmesi gerekiyor. Programımız tam olarak bunu anlatıyor.

Türkiye susuz kalma tehlikesinden tutun da toprak kirliliği nedeniyle yenilemeyecek gıdaların üretildiği, madenler için insansızlaştırılmaya çalışılan Artvin’inden yeniden inşa sırasında insansızlaştırılmaya çalışılan Hatay’ına kadar felaketlerle dolu bir ülke haline gelmek üzere. Ancak tüm bu büyük risklere karşı çaresiz değiliz. Önümüzde kötü gidişatı gerçekten de durdurabilecek, hem ekoloji dostu olup hem de yaralarımızı sarabilecek çok sayıda çözüm var. Bu çözümün anahtarı da tabii ki başta enerji, maden ve inşaat şirketleri olmak üzere yıkım yaratan tüm dev şirketlerin tazminatsız kamulaştırılmasıdır.

Saray rejiminin gerek yaklaşan İstanbul depremi gerekse de mevcut barınma krizi konusunda sermaye yanlısı tutumunu biliyoruz. Bu noktada, seçim kampanyasında öne çıkardığın bir diğer talep olan boş konutların ihtiyaç sahiplerinin kullanımına açılması hakkında neler söylemek istersin? Emekçilerin güvenli konutlarda yaşayabilmesi için neler yapılması gerekiyor?

6 Şubat depremlerini henüz geride bıraktık ve acısı hâlâ içimizde. Şu anda hükümet, İstanbul depremine karşı dayanıklı konut bahanesi ile ilk elden 500 bin konutun yenileneceğini söylüyor. Fakat bunu yaparken Dünya Bankası’ndan krediler alıp dışa bağımlılığımızı artırmaktan bu krediyi bankalara aktarıp bankacılık sektörünü kârlı hale getirmeye ve kaynağı müteahhitlere aktarmaya varan, tüm faturayı halka kesecek yöntemleri belirlediği gibi, uydukent adı altında su havzalarını ve ormanlık arazileri imara açmayı da hedefliyor. 500 bin konuttan çıkacak inşaat atığıyla ne yapacağını da ifade etmiyor. Sağlıklı konut bahanesi ile yoksullaşma ve talanı müjdeliyorlar. Yalnızca doğa dostu bir ülke olmak için değil, deprem, sel gibi afetlere karşı dayanıklı olabilmek için de bu devasa tekellerin kaynaklarının toplumun fayda için kullanılması, bankalar dahil olmak üzere mallarına el konulması gerekiyor.

Sadece İstanbul’da yüz binlerce boş konut var. Boş konutların ihtiyaç sahiplerinin kullanımına açılması, barınma krizinin çözümlerinden biri. Depreme dayanıklı konutlar içinse zemin etüdü ve şehir plancılığı yapılması ve inşaat atıklarının usulüne uygun şekilde yönetilmesi gerekiyor.

Depreme dayanıklı konutlarda yaşamak ve çevreci bir yeniden inşa için kaynak ve yöntem var, bunun yapılabilmesi ancak inşaat tekellerinin kamulaştırılması ile mümkün olabilir.

Bugün deprem tehlikesi banka ve inşaat sektörünün iştahını kabartıyor. ’99 depreminden sonra da bu oldu ve sonuç ortada. Sağlıklı ve dayanıklı konutlarımız olmadı, biz enkaz altında kalırken onlar yalnızca kâr ettiler. Depreme dayanıklı konutlarda yaşamak ve çevreci bir yeniden inşa için kaynak ve yöntem var, bunun yapılabilmesi ancak inşaat tekellerinin kamulaştırılması ile mümkün olabilir.

Hem emek mücadelesinin hem de ekolojik yıkıma karşı verilen mücadelelerin içerisinde olan biri olarak, bu iki mücadele arasında nasıl bir bağ görüyorsun?

Kapitalistlerin zenginleşmesi için emekçilerin sömürüsü ile doğanın talan edilmesi, en başından itibaren hep el ele gitmişti. Dolayısıyla Türkiye’nin emekçilerin çalışma koşulları adına bir cehennem ve bir doğa talanı cenneti haline gelmesi, ayakta duran aynı bedenin iki bacağıdır.

Yeraltı ve yer üstü varlıklarının maden ve enerji tekellerine açılması, büyük bir israf etrafında işleyen enerji sektörü, Türkiye’nin en önemli doğal varlıklarının olduğu bölgelere hançer gibi saplanan rantın en büyük sembolü olan mega projeler, plansız kentleşme, imar afları, su kaynaklarının yitirilmesi, Marmara Denizi’nin müsilaja boğulması, ülkenin en değerli tarım arazilerinin imara açılması, ormanlık arazilerde yapılaşma ve tür çeşitliliğinin azalması işte hep bu emek ve doğa düşmanı politikalar sebebiyle oldu.

Öte yandan burjuva muhalefet kendisine çevreciyim diyerek onlarca vaatten, sıfır atıklardan, sürdürülebilirlikten, yeşil mutabakatlardan, iklim değişikliğine dayanıklı kentlerden bahsedip durdu. Ancak bugüne değin attıkları hiçbir adımın içinde bulunduğumuz yıkımı dönüştürecek belirleyici bir sonucu olmadı. Yaratılan yıkım üzerinden sermayedarlar yeni bir “yeşil ekonomi” tanımlayarak daha da fazla kâr etme peşine düştü ki, bunun sonucu da yepyeni ve devasa ekolojik yıkımlar oldu. Çevreci olduğu iddia edilen geri dönüşüm uğruna Türkiye’nin Avrupa’nın plastik atık deposu haline geldiği belgelendi. Temiz enerji diyerek halka pazarlanan HES’ler Karadeniz’de derelerimizi kuruttu. Rüzgâr gülleri ormanlık alanlarımıza yapıldı, Ege’de jeotermaller kanser saçıyor…

Emekçileri korkunç koşullarda çalıştırıp doğayı talan etmek, yalnızca bu tekellerin faydasına olan bir düzen; bundan faydalanan başka hiçbir kesim söz konusu değil!

Biz diyoruz ki; devasa enerji, maden, inşaat, gıda ve ilaç tekellerinin işçi denetiminde kamulaştırılması ve demokratik bir biçimde yönetilmesi talebi olmaksızın gerçekten çevreci bir yönetime sahip olmamız söz konusu olamaz. Emekçileri korkunç koşullarda çalıştırıp doğayı talan etmek, yalnızca bu tekellerin faydasına olan bir düzen; bundan faydalanan başka hiçbir kesim söz konusu değil!

Bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de eskimiş hatlardan kaynaklı olarak enerjide yüzde 10-15 arasında kayıp söz konusu. Burada devasa bir israf var fakat santral işletmecilerinin alım garantisi varken niçin tasarruf yapılsın ki? Halbuki yalnızca enerji hatlarının yenilenmesi ile dahi ne Rusya’nın tek söz hâkimi olarak işleteceği nükleer santrale ihtiyacınız kalır ne de kirletici diğer santraller işlemeye devam eder. Bir başka örnek olarak, Türkiye genelinde yüzde 40’lara varan bir kullanma suyu, boru sisteminin eskiliğinden kaynaklı olarak kayboluyor. Tarımda kullanılan patentlenmiş GDO’lu tohumlar, zehirli kimyasallar yine sadece büyük tekellerin işine yarıyor. Bunca israf ve yıkım karşısında patronlar zenginleşirken; emekçilerin payına düşen artan faturalar, sağlıksız gıdalar oluyor.

Emekçilere iş garantisi de veren geniş çaplı bir kamulaştırma ile doğru bir planlama yapmak ve her bölgenin kendine özgü koşullarını ele alan, daha çevre dostu bir enerji politikasına geçmek, tasarruf sağlamak ve yaralarımızı sarmak mümkün. Tam da bu yüzden hem emekten hem de doğadan yana bir programa ihtiyacımız var.

AKP’nin 20 yılı aşkın iktidarı altında zaten zengin olan birkaç aile daha da zenginleşti ve bugün 5’li çeteler diye adlandırdığımız, Saray’a yakın sermaye grupları ise devleşti. Tüm bunlar ne pahasına oldu? Rekor iş cinayetleri, sendikasızlaşma, emeğin toplumsal gelirden aldığı payın düşüşü, demokratik hakların kısıtlanması ve elbette ki doğanın tarifsiz talanı ile. Bu yıkım yaratan, sömüren kapitalizmden ve baskıcı rejimden kopuş için çözümün üretenlerde olduğuna inanıyoruz. Bu yüzden emekçileri yönetmeye, sorunları çözmeye davet ediyoruz.

***

Editörün önerileri:

Yorumlar kapalıdır.