Cumartesi Anneleri ve siyasal demokrasi ihtiyacı

Cumartesi Anneleri’ni, gözaltına alındıktan sonra devlet eliyle “kaybedilen” yakınlarını ve faili meçhul siyasi cinayetlerle yaşamını yitiren yakınlarının faillerini arayan, bu kapsamda 27 Mayıs 1995’ten günümüze neredeyse her cumartesi günü Galatasaray Lisesi önünde toplanarak insan hakları mücadelesi veren topluluk olarak biliyoruz.

Cumartesi Anneleri’nin taleplerini; hakikatin tanınması, insan haklarına dayalı bir siyasal ve hukuksal rejime geçiş için adalet ve barış, cezasızlık ve adaletsizlik üreten sistemin bütününde yasal, idari ve adli değişiklik, soruşturma ve yargı makamlarının failleri koruyan pratiklerine son vermesi ve uluslararası hukuktan kaynaklanan görevlerini yerine getirmeleri, siyasal iktidarın adil kararlara varacak hukuki teminatlara sahip yargılama sürecini garanti etmesi, gözaltında kaybedilenlerin akıbetini açıklaması, gerçeğe ulaşma hakkının hayat bulması için devletin elindeki bilgilere tam erişim olanağının sağlanması, kaybedilenlerin izini eksiksiz sürecek mekanizmaların yaratılması ve bu doğrultuda acilen BM Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme’ye, BM Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlar Bakımından Kanuni Sınırlamaların Uygulanmayacağına Dair Sözleşme’ye, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ve Cenevre Sözleşmeleri Ek Protokollerine taraf olunması oluşturuyor.

Cumartesi Anneleri’nin eylemleri, süreklilik göstermesi ve politik olması nedeniyle geçmişten bugüne dek yok sayılmış, günümüzde ise rejimin korku ve baskı politikalarını gözdağı vermek amacıyla uyguladığı bir alan haline gelmiştir.

Nitekim Cumartesi Anneleri’nin 25 Mayıs 2018 tarihinde, tarihsel önemi açısından 700. haftasında gerçekleştirdikleri ve birçok demokratik kitle örgütünün (İnsan Hakları Derneği, DİSK, KESK), parti (Halkların Demokratik Partisi, Emek Partisi, Özgürlük Dayanışma Partisi), sol ve sosyalist grupların sosyal medyadan çağrılarda bulunduğu toplantıya karşı yapılan polis saldırısına ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin iki adet emsal kararı bulunmaktadır (29.03.2023 tarih ve 2020/7092 başvuru numaralı ve 16.11.2022 tarih ve -2019/21721 başvuru numaralı AYM kararları).

Bu kararlarda Cumartesi Anneleri eylemlerine yapılan polis saldırılarının

“İdare, yasaklama kararında kamu düzeni bozulması, bozulma tehlikesi veya başkalarının haklarının korunması gerekliliği gibi zorlayıcı şartlar olduğunu ortaya koymamıştır.”

“Kaybolan yakınlarının bulunması ve kamuoyunda farkındalık yaratılması amacına yönelik oturma eylemi ve basın açıklaması yapmak istemesi demokratik bir toplumda saygı ile karşılanmalıdır.“

“Kolluk görevlilerine bazı cisimlerin atılmasının polisin gerekli olmadığı hâlde toplantıya müdahale etmesi ve aralarında başvurucunun da bulunduğu bir kısım katılımcının yakalanması sonrası gerçekleştirildiği anlaşılmıştır.”

“Bu doğrultuda kolluk görevlilerinin somut olayda etkinliğe müdahale etmesini gerektirecek makul sebep ortaya koymadan ve anılan hakkın kullanılabilmesine yönelik tolerans göstermeden gruba müdahale ettiği sonucuna varılmıştır.”

gerekçeleriyle Anayasa’nın 34. maddesiyle güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlâl ettiğine karar verilmiş ve böylece her daim bildiğimiz gerçek bir kez daha gözler önüne serilmiş, üstelik bu gerçek Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Ancak bu kararlarda dahi ikircikli bir durum söz konusudur. İkircikli durum ise, kamuoyunun gözü önünde gerçekleşen ve somut birçok delil içeren saldırılar için “darp raporu” arayan ve kötü muamele yasağının ihlâl edilmediğine karar veren AYM’nin dış basınçla oluşan iç çelişkisidir.

Anılan kararlar ilk bakışta mücadelenin somut bir kazanımı olarak yorumlanabilecek ise de aslında mücadelenin; yalnızca herkesin erişebileceği açık ve resmi bir kaynakta sansürlü bir şekilde yer aldığını, bu nedenle büyüyerek devam etmesi gerektiğini göstermektedir.

Mevcut rejim 05.02.2011 tarihinde Cumartesi Anneleri’ni kabul ederek toplulukla görüşmüş ve bu doğrultuda TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde bir alt komisyon kurulmuş ve rapor hazırlanmıştır. 2014’te yeniden açılan dava dosyası ise 2020’de Yargıtay’ın kararıyla zamanaşımı nedeniyle kapatılmıştır.

Bir ceza yargılamasının gerçekleşebilmesi için öncelikle suça konu faillerin gerçek bir soruşturma neticesinde belirlenmesi, suça konu diğer delillerin eksiksiz bir şekilde toplanması, korunması ve açılacak davanın da sonuçlanması gerekmektedir. Ancak az evvel verilen örnekte de olduğu gibi faillerin soruşturulmasının, delillerin toplanmasının sürüncemede bırakılması sonucunda zamanaşımı gibi olgular devreye girmekte ve cezasızlık politikası başarıya ulaşmaktadır.

Her ne kadar TCK md. 77/4’te düzenlenen hüküm gereği “kasten öldürme”, “kasten yaralama” ve “işkence” fiillerinin siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi halinde zamanaşımının işlemeyeceğini, yani bu şekilde işlenen suçlarda zamanaşımı olmadığı belirtilmiş ise de uygulamada gerçekten bir soruşturma yapılmaması, anılan maddenin de gündeme gelememesine, dolayısıyla uygulanamamasına yol açmaktadır.

Keza TCK md. 94/6’da düzenlenen hüküm gereği “işkence ve eziyet” suçunda da zamanaşımının işlemeyeceği belirtilmiş ancak cezasızlık politikasının bir götürüsü olarak münferit birkaç olay dışında bu maddelerin uygulandığına tanık olamıyoruz.

Kaldı ki insan ömrünün sınırlı olması nedeniyle yıllar sonra açılan soruşturmalar zamanaşımı engeliyle karşılaşmasa dahi ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesi gereği faillerin hayatta olmama ihtimalleri veya artık faillere ve delilere ulaşmanın imkânsızlaşması nedeniyle yine sonuç doğurmuyor.

Cumartesi Anneleri’nin toplantı ve gösteri yürüyüşüne karşı, bahsi geçen emsal olaya ilişkin AYM kararlarının varlığına ve bu kararların açıkça teşhir edilmesine rağmen polis saldırılarının devam etmesi; rejimin bu ve buna benzer hak ve adalet taleplerinden, üstelik bunun kamuoyuna açık bir şekilde ifade edilerek ortak bir mücadeleye dönüşmesinden ne derece çekindiğinin somut örneklerinden birini teşkil ediyor.

Özetle Cumartesi Anneleri’nin onlarca yıldır süregelen hak mücadelesi mevcut rejim tarafından de facto bir şekilde engellenmektedir.

Bu de facto uygulamalar rejimin antidemokratik baskı politikalarını uygulamak adına almış olduğu kararların dahi göstermelik birer usul işleminden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır.

Tam da bu nedenle “Siz yıkın, mahkeme kararları sonradan gelir“ vizyon ve misyonuyla “yaptım oldu” politikasının sürdürebilir olmadığının, antidemokratik alanlarda verilecek bu ve buna benzer birçok mücadelenin örgütlü bir şekilde büyüyerek devam etmesi gerektiğinin önemini yüksek sesle vurgulamamız gerekiyor.

Yorumlar kapalıdır.