Santorini’den İstanbul’a, depreme karşı ne yapmalı?

Ege Denizi’ndeki Santorini Adası’nda birbirini takip eden depremlerin ardından Güney Ege’deki yeni volkanik aktivite endişelere yol açtı. Bu endişelerin birden çok yansıması varken, acısı hâlâ taze ve yaraları hâlâ açık olan 6 Şubat depremlerinin de deneyimi ile Ege kıyıları ve İstanbul yeniden kaygı ve karamsarlığa boğuldu.

Alınmayan tedbirler, yapılmayan denetimlerle on binlerin ölümüne şahit olduk. Şu anda ise sorumlu müteahhitlerin bir bir tahliye edildiğini acı içerisinde görüyoruz. Öte yandan hükümete öylesine büyük bir güvensizlik söz konusu ki halk deprem ile sismolog, pandemi ile enfeksiyon uzmanı, Grand Kartal Oteli yangını ile beraber yangın danışmanı haline gelmişti. Geldiğimiz noktada Santorini’deki volkanik aktivitenin ardından Türkiye’deki volkanik dağları yeniden inceleyip aktif olanların hangi kara yollarına yakın olduğunu öğrenmeye çalışan arkadaşlarıma dahi şahit oldum.

Bu noktada bir not düşmeliyim. Zaten yeterince kaygı ile yaşıyoruz, bir yenisi eklenmesin. Takip ettiğim jeofizikçiler içerisinde Türkiye’de ciddi bir volkanik hareket bekleyen bir uzman ile karşılaşmadım. Ayrıca bildiğim kadarıyla Türkiye’nin en genç volkanı olan Kula’daki magma odalarını 12 bilim insanı bir risk beklemeksizin, yalnızca araştırma adına 15 sismometre ile takip ediyor. Türkiye’de işçi emekçilerin kaygılanmak için geleceksizlik, yoksulluk, deprem vb. onlarca kaygısı varken göründüğü kadarıyla bunlara bir volkanik kaygıyı eklemeye gerek yok.

İstanbul depremi

Santorini ile yeniden gündeme gelen İstanbul depremi kaygısı tüm önemine rağmen, Türkiye’nin başka stres yüklü gündemleri ile çoğumuzun bilinçdışına itildi. Ancak söz konusu işçinin, emekçinin, eşimizin, dostumuzun hayatı olduğu için bizim hiçbir şeyi tamamen unutma şansımız yok.

İstanbul Tabip Odası ve İstanbul Barosu’nun düzenlediği “Marmara-İstanbul Depremi, Bizi Neler Bekliyor?” başlıklı 2. Kongre kapsamında 7-8 Aralık 2024 günlerinde, “Depreme Bağlı Afetlerin Çevresel Etkileri” başlıklı bir sunum yapmak üzere İstanbul Barosu’nda idim. Yapılan sunumlar genel olarak depremlerden bir ders çıkarılmadığını vurgularken öte yandan da hazırlıksız olunduğuna işaret ediyordu. Ancak bu hususta “Deprem, Afet ve Kent Mimarisi” başlığı altında sunum yapan mimar Mücella Yapıcı, sorunun depreme karşı hazırlıklı olunması ile sınırlı olmadığını, (Bağdat Caddesi’ndeki inşaat faaliyetlerini işaret ederek) deprem olmadan da bir yıkımın yaşandığını anlattı. Öyle ki rantın yüksek olduğu bölgelerde güçlendirme yapılması gayet de mümkün olan binalar kat artışı sayesinde müteahhitlerin ağzını sulandırıyor ve çok sayıda örnekte sağlam binalar “kentsel dönüşüm” adı altında yıkılıyor.

Buradan hareketle anlatmaya çalıştığımız şey şu: Evet, depremden korkuyoruz ancak yıkım depreme kadar durmuyor. Türkiye’deki sermaye birikim modeli öylesine inşaata dayalı ki, depremin adını kullanarak yaratılan yıkım şimdiden çok ciddi bir seviyeye ulaşırken, buradaki “kentsel dönüşüm” halkı depreme karşı korunaklı bir hale getirmiyor.

Türkiye’nin sermaye birikim modeli, hayatın her parçasından işçi ve emekçilere, yoksullara ağır bir yıkım biçiyor. Bu sebeple, kaygılanmayı bir kenara bırakıp neyi talep etmemiz gerektiğini anımsamamız ve buna sarılmamız gerekiyor.

Yaklaşan İstanbul depremi hakkında çok konuştuk, çok yazdık. Her daim aklımızda kalması gereken, bizleri depreme dayanıklı, sağlıklı konutlarda yaşatabilecek olan talebimiz şu olmayı sürdürüyor: Tüm inşaat, enerji ve maden şirketleri derhal kamulaştırılsın! Buradan elde edilen kaynaklarla sağlıklı, depreme dayanıklı yapılar toplumun ihtiyaçları gözetilerek inşa edilsin.

Yorumlar kapalıdır.