Kürt sorununda çözümün yolu ve dili!

PKK lideri Abdullah Öcalan Kürt sorununa dair çözüm önerilerini içeren “yol haritasını” 20 Ağustos 2009 tarihinde cezaevi savcılığına vermişti. Kamuoyuna görüşlerini avukatları aracılığıyla iletebilen Öcalan’ın bu konuda; “Kürtler devletin varlığını tanıyacak, kabul edecek. Devlet de Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını kabul edecek. Böylece orta bir yerde buluşacak, uzlaşacaklar. Benim çözüm anlayışım kısaca budur” dediği ifade edilmişti.

Öcalan’ın yol haritası ve sonuçları

Geçen süre içinde “yol haritası” metni kamuoyuna açıklanmadı. DTP’nin metnin kamuoyuna açıklanması için çeşitli eylem ve çağrıları oldu. Buna mukabil hükümet kanadından metnin MİT ve benzeri kurumlarca incelendiği, gerekirse MGK gündemine de geleceği açıklamaları yapıldı. MHP ve CHP’nin başını çektiği kesimler ise bunun Öcalan’ın muhatap alınması anlamına geldiğini ve ihanetin böylece açığa çıktığını iddia etti. “Yol haritasının” sahibi Öcalan ise metninin açıklanmaması üzerine, “Hükümet benim planım üzerinden kendi planı gibi hareket ediyor” suçlanmasında bulundu. Gelinen noktada aslını hükümet/devlet dışında kimsenin görmediği, kapsamı konusunda Öcalan’ın avukatları aracılığıyla fikir sahibi olunan; ama tüm siyasi aktörlerin üzerinde tutum alıp, taraf olduğu bir politik atmosfer oluştu. Bu açıdan Öcalan “yol haritasını” ister kendi tercihi ile, isterse de hükümet/devlet ile bir mutabakat sonucu hazırlamış olsun, sonuçta ortadaki metnin Kürt sorunu ve hareketi temelinde siyasi gündemi belirlediği/yönlendirdiği bir gerçektir.

“Yol haritası” metninin kamuoyu ile paylaşılmaması, AKP Hükümetinin ikircikli tutumları, CHP ve MHP’nin başını çektiği kesimlerin ırkçı-faşist açıklamaları gibi faktörler sonucu Hükümetin ilan ettiği “Açılım” olduğu yerde saymaya devam etti. Gerçi bu kaçınılmaz bir durumdu; çünkü siyasi iradeyi temsil etmesi gereken Hükümet önce “Kürt Açılımı”, sonra “Demokratik Açılım”, daha sonra da “Milli Birlik Projesi” diyerek zaten baştan süreci öngörülemez, tamamen fırsatçı, faydacı, tek yanlı bir çizgiye taşımıştı… Bu tamamen ilkesiz, omurgasız politik çizginin amacının Kürt hareketini tasfiye etmek, Kürt sorununu görünmez hale getirerek gündem dışı bırakmak olduğunu daha önce de defalarca ifade etmiştik. Hükümet/devlet için “Açılım” burjuva kapitalist devletin bekası için gereken şartların sağlanması, engellerin her türlü yöntem ve aracın kullanılarak bertaraf edilmesi politik projesidir.

Bu noktada 9 Ekim 2009’da avukatları aracılığıyla Öcalan’ın, “‘Demokratik siyasette ciddi bir tıkanma yaşanmaktadır. Bu durum beraberinde hukuki, sosyal, kültürel ve askeri alanları da tıkamaktadır. Kürt Sorununa ilişkin yaşanan tıkanmışlığı aşmak; çözümün, demokratik siyasetin önünü açmak gerekiyor.
Bunun için önerim; Daha önce gelen Barış grupları benzeri, Avrupa’dan ve yine içerisinde Mahmur’dan halkımızın da bulunduğu Güney’den olmak üzere iki grubun; Kürtlerin bu ülkede nasıl yaşayacaklarını, birlikte yaşayabilmenin zorunlu prensiplerini ortaya koymak, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerine ilişkin temel isteklerini tartışmak üzere Türkiye’ye gelmesidir. Bu gruplar başta TBMM olmak üzere Türkiye’deki tüm çevrelere giderek, iki halkın birlikte yürümesi için olmazsa olmaz niteliğindeki temel talepleri dile getirmelidirler. Türkiye’nin tüm aydınlarını, demokratik sivil toplum örgütlerini, siyasi partileri, barıştan yana tüm kesimleri de demokratik siyasetin ve müzakerenin başarıya ulaşması için katkı sunmaya davet ediyorum”
dediği gündeme geldi.

Ardından PKK bu çağrıya karşılık Kandil, Mahmur ve Avrupa’dan 34 kişiyi “Barış grubu” olarak göndereceğini açıkladı. Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti de dönüşlere yeşil ışık yaktı. MİT’in başından bu yana bu “açılım ve dönüş projesini” desteklediği hatta bizzat planladığı görüşleri dile getiriliyor. MGK toplantısından da benzeri bir “olumlu” görüşün yansıması, en azından “Ergenekon dışı devletin” bu projeyi sahiplenmesi olarak yorumlandı. Bir bakıma hükümet/devlet sürece icazet vermiş oldu. Ardından 19 Ekim Pazartesi günü Kandil ve Mahmur’dan 34 PKK’li Habur sınır kapısından giriş yaptı. Ahmet Türk başta olmak üzere DTP milletvekilleri ve on binlerce Kürt gelen 34 kişiyi büyük bir coşkuyla karşıladı. Bu coşkulu karşılama bazı televizyonlarda canlı olmak üzere tümüyle gösterildi. Başbakan Erdoğan ve AKP bir anlamda cumhuriyet tarihinin çözümsüz kalmış bir sorununu çözebilecek bir Hükümet olarak sahnenin en önüne çıktı. Seçim hesaplarının da bir yandan yapıldığı düşünüldüğünde tüm inisiyatifi AKP’ye kaptırdığını düşünen CHP-MHP muhalefeti doğrudan “terörle işbirliği ve vatana ihanet” söylemiyle hücuma geçti.

Açlılım: Yukarıdan aşağıya bir hükümet/devlet projesi

Kuşkusuz AKP Hükümeti ve MGK’nin ne DTP ve PKK ile bir anlaşma yapma ne de açılım projelerini Kürtlerin hak ve özgürlükleri sağlama üzerine kurmaları söz konusu. Temel amaç Kürt hareketini teslimiyet noktasına getirmek, af ve pişmanlık üzerinden zaten fiilen Kürtlerin mücadelelerle elde ettikleri bir dizi hakkın daha azını yasallaştırmak… “Açılım projesi” bu açıdan başta Kürtler olmak üzere Türkiye işçi ve emekçilerinin tabandan gelen taleplerinin bir sonucu olarak değil doğrudan devletin çıkarları doğrultusunda yukarıdan aşağıya işleyen bir projeden ibarettir. Bu nedenle de AKP, CHP-MHP’liler kazan kaldırdı diye değil zaten kendileri de meseleyi bir teslimiyet ve pişmanlık-af çizgisinde gördükleri için 34 PKK’linin coşkusu işlerine gelmedi. Tümü serbest bırakılan sadece 5’i tutuksuz yargılanacak olan 34 PKK’linin ifadelerini almaya Habur sınır kapısına giden savcıların verilen ifadelere ayar çekmeleri de bunun bir sonucudur. Pişmanlık belirtmeyen, teslim olmaya gelmediklerini söyleyen, sadece Öcalan’ın çağrısı üzerine Barış Grubu olarak geldiklerini söyleyen PKK’lilerin ifadeleri savcılar tarafından “açılım ve barış sürecine destek olmak amacıyla kendi kişisel irademizle geldik” olarak düzelti… Ortaya çıkan bu tabloya Başbakan Erdoğan “gerekirse sil baştan yaparız” diyerek karşılık verdi. DTP’nin de Türkiye kamuoyunun hassasiyetlerini dikkate alacağız açıklaması yapması sonrası 26 Ekim Pazartesi günü Avrupa’dan İstanbul’a havayoluyla gelmesi beklenen 16 PKK’linin gelişleri ertelendi.

Başından bu yana Hükümetin gerçek anlamda bir açılım ve demokratikleşmeye taraf olmadığını söylüyoruz. Asker-polis rejiminin niteliğinde siyasal/toplumsal bir dönüşüm yaşanmadığı sürece de bugünkü gibi kimi değişiklik ve düzeltmelerin bir göz boyamanın ötesine geçemeyeceğini iddia ediyoruz. Uzağa gitmeye gerek yok: “Demokratik Toplum Partisi (DTP) Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk, terör örgütünün propagandasını yaptığı gerekçesiyle 1 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.” Sadece 2 gün önce gerçekleşti bu! DTP’nin kapatma davasının da Anayasa Mahkemesi’nde bulunduğunu hatırlatalım…

Çözümün yolu ve dili

Açılım ve dönüşüm mü? 12 Eylül Darbe Anayasası yerine işçilerin, emekçi yoksul halkların, tüm ezilen ve sömürülenleri eşit, adil ve demokratik bir şekilde temsil edilebileceği bir yeni anayasa ile başlayabiliriz… Irkçılığı, şovenizmi, faşizmi cezalandıran; hak ve özgürlükler üzerindeki tüm baskı ve kısıtlamaları ortadan kaldıran yeni bir hukuk sistemini gündeme sokarak devam edebiliriz… Eğitim-öğretim sistemi içindeki milliyetçi-faşist zihniyeti yaratan tüm içeriği çöpe atıp, eşit, adil ve demokratik bir yeni içerikle de bunu taçlandırabiliriz… Açılım ve demokratikleşme böyle olur! Yoksa sürekli yukarıdan konuşan, her şeyin sahibi olduğunu sanan “Haddini Bil!” diliyle değil…

Unutmuyoruz! Resmî devlet politikasına göre yakın bir tarihe kadar Türkiye’de Kürt yoktu. Dolayısıyla Kürtçe diye bir dil de bulunmuyordu. Resmî ağızlarca olmadığı söylenen Kürtler ve Kürtçe hakkında konuşmak, yazmak, çizmek ise en ağır şekillerde cezalandırılıyordu. Cumhuriyet tarihi boyunca birçok cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, genelkurmay başkanı, vali, emniyet müdürü tekmili birden bu resmî söylemi ifade ede geldi. Bu devlet erkânının bir kısmının Kürt olması ise ayrı bir traji-komik hadiseydi. Milyonlarca Kürdün bulunduğu Türkiye’de bu resmî devlet politikası yani inkâr kaçınılmaz olarak birçok isyanlara yol açtı. Ve 1984’ten bu yana devam eden, adına düşük yoğunluklu savaş, iç savaş, kirli savaş gibi isimler verilen son isyan da 40 bin insanın hayatını kaybettiği bir toplumsal trajediye dönüştü…

Evet, öyleyse soralım: Kürt sorunu nedir? 20. yüzyıl boyunca bir resmî devlet politikası olarak devam eden inkâr ve imhanın sonucunda hayat bulan tarihsel/toplumsal/siyasal bir gerçekliğimiz… Sorunun çözümünü başka yerde aramaya gerek yok: Bu inkâr ve imha politikası terk edilecek! Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı dâhil tüm siyasi/kültürel hakları –devlet büyüklük yapıp vermeyi bahşettiği için değil, bir hak olduğu için, bunca zaman bastırılmasından dolayı özür de dilenerek- verilecek! Bunun başka yolu yok…

Yorumlar kapalıdır.