Parlamentoda açılım tartışmaları

Geçmişten günümüze burjuvazinin Kürt sorununda çözüm arayışı

Kürt sorunu henüz adında dahi anlaşma sağlanamamış tarihsel, toplumsal, siyasal derinliği olan bir konu. Adı gibi tanımı, çözümü, muhatabı da taraflara göre değişmekte. Sadece çok ciddi bir sorun olduğu konusunda mutabakat var. Burjuvazi bu ciddi sorun karşısında şimdiye kadar, işçi sınıfı ve sosyalist harekete yaptığı gibi, ezerek çözme yöntemini benimsedi. Asker-polis marifetiyle rejimin tüm silahlı gücünü bu alanlarda kullanmaktan çekinmedi.

1980 askerî darbesi ve diktatörlük yılları boyunca fiziki, siyasi baskı ve şiddet en üst seviyelere ulaştı. İşçi sınıfı ve sosyalistler gibi Kürtlerin de hafızalarına bu yılların ağır faturaları kazındı.

Postallar altında yıllarca ezilenler gün geldi, yeter artık! dedi. “Yeter artık!” deyince işler de tersine dönüverdi. İçinden çıkılamayan bir savaş egemen oldu. İnsani, mali fatura büyüdükçe büyüdü. Gün geldi burjuvazi için bu savaş taşınamaz bir hal aldı. Bir yanda savaş sürerken diğer yanda burjuva liberal çözüm arayışları başladı. Başından itibaren Turgut Özal, Kürt sorununda burjuva liberal çözümün ateşli bir taraftarıydı. Bir yandan rejimin asker-sivil dengesini hizaya çekmeye çalışırken diğer yandan el altından sorunun çözümünde muhatap gördüğü Kürt liderlerle temas kurma peşindeydi. Motivasyonu ve çözümden anladığı tabii ki “Kürtlere demokratik hakları verilsin, çektikleri çile bitsin” değildi. Belli taviz ve anlaşmalarla siyasi-toplumsal bir iç denge sağlayarak başta Kafkasya ve Ortadoğu olmak üzere yayılmacı bir politikayla Osmanlı’nın altın yıllarına dönmenin hayalini kurmaktaydı. Bir koyup üç alma politikasıyla popülist-pragmatist burjuva liderliğin en iyi Şark örneklerinden biri olmayı da başardı.

Kendinden sonraki burjuva politikacılar hep onu örnek alsa da gölgesinden çıkabilen olmadı. Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte ise boynuz kulağı geçti. Erdoğan, Özal’ın birebir kopyasıdır. “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” sıfatıyla anılan Özal ile işçilere, “ayakların baş olduğu ne zaman görülmüş” diyerek kükreyen Erdoğan’ın işçi düşmanı performansı aynı ölçüdedir. Kürt sorununa burjuva liberal çözüm üretme konusunda da bu ortaklık devam etmektedir. Özal, 1992 yılında ANAP Milletvekili Adnan Kahveci’den Kürt sorunu hakkında bir rapor hazırlamasını istemişti. Kahveci Mayıs 1992’de raporunu Özal’a sundu. Burjuva çözüm arayışındaki Özal’a sunulan raporun adı, “Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez?” idi. Burjuva dahi olsa çözümün önünde önemli engeller olduğu açıktı. 1991 yılında Erbakan’ın isteği üzerine bir rapor hazırlatan Erdoğan’ın önüne konan raporda da özetle şöyle yazıyordu: “…Türkiye’de 75 yıldan beridir resmi ideolojinin Kürt meselesinde inkârcı, asimilasyoncu, baskıcı davrandığı açık seçik söylenmeli ve resmi ideolojiyi yüksek sesle sorgulayabilmeliyiz.”

Teşhis doğru ama icraat yoktu. Aradan 18 yıl geçti. Binlerce insanın kanı, sevenlerinin gözyaşı göz göre göre aktı, sel oldu. Erdoğan bu kez başbakan; sorunu çözmek için kolları sıvıyor. “Kürt açılımı” olarak başlattığı çözüm arayışına önce “demokratik açılım” sonra da tüm yanlış anlamaları ortadan kaldıracak şekilde “Milli Birlik Projesi” adını veriyor… Özal ile Erdoğan arasında kalan dönemde bazı burjuva liderlerin açılım girişimlerini hatırlayınca sonuncunun nereye varacağı konusunda şüphelenmemek elde değil. Süleyman Demirel`in başbakan sıfatıyla 1993’te söylediği “Kürt realitesini tanıyoruz” sözü adeta bir deprem etkisi yaratmıştı. Cumhuriyet tarihinin bir dönüm noktası olduğunu söyleyenler dahi olmuştu. Devamı gelmedi. Başbakan yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, 16 Aralık 1999’da Diyarbakır’da, “Avrupa Birliği üyeliğimize giden yolun Diyarbakır’dan geçtiğine inanıyorum” demişti. Devamı gelmedi. Başbakan Erdoğan Ağustos 2005’te “Türkiye’deki sorunun adını koymak gerekiyorsa koyuyorum. Adı Kürt Sorunu’dur.” demişti. Sonra uzun bir sessizlik… Yine militarist söylem ve politikalarla geçen yıllar… Şimdi geldik “Milli Birlik Projesi”ne…

“Kürt açılımı” parlamentoda: Çözümsüzlüğün yeniden yapılandırılması

Önce 10 Kasım’da Atatürk’ün ölüm günü ile açılım görüşmesinin aynı tarihe getirilmesi üzerinden incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalarla dolu bir ön görüşme yapıldı; ardından “açılım” önergesi kabul edildi. 13 Kasım’da da önergenin genel görüşmesi gerçekleşti.

AKP hükümeti hedefini ve sorunu şöyle tarif etti; “Hedef milli birlik ve kardeşlik projesidir. Öncelikli sorun terör sorunuyla mücadeledir. Etnik unsurların sorunuyla mücadeledir…” AKP hükümeti adına, ilk konuşmayı yapan İçişleri Bakanı Beşir Atalay da milliyetçi yüreklere su serpti: “Demokratik açılım üniter yapımızı, birlik ve bütünlüğümüzü bozacak hiçbir unsur ihtiva etmemektedir.” Bir nevi “ürünlerimizde domuz eti bulunmamaktadır” gibi bir açıklama! Bu açıklama ve tariflerin ardından uzun bir yapılacaklar listesi de sıralandı. İşin özünü bu birkaç satır anlattığı için başkaca bir alıntıya ihtiyaç yok.

CHP adına söz alan Baykal her zamanki gibi açık ve netti: “Terörle mücadele edilir, müzakere edilmez!” Devamında görüşlerine daha da bir açıklık getirdi: “Bizim bir devletimiz var. Devletimizin adı Türk Devleti, milletimizin adı Türk milleti.” Baykal’ın Başbakan’dan bir de talebi vardı: “Başbakan’ın, şöyle yüreğini doldura doldura Türk milleti dediğini duymak istiyorum.”

MHP’nin gündemi her zaman olduğu gibi bölünmeydi: “Hükümet eliyle Türkiye için bölünme modelleri arayışına girilmesine, siyasi tarihimizde ilk defa şahit olunmaktadır.” MHP adına konuşan Bahçeli, bu tema üzerinden devam etti: “Bugün burada neyi tartışacağız? Nasıl bölüneceğimizi mi? Nasıl ayrılacağımızı mı?” Bahçeli süreci de şöyle tarif etti: “Terörle mücadele bırakılmış, terörle müzakere ve mütareke süreci başlatılmıştır. Terörün tasfiyesi yerine, milli kimliği ve milli devleti tasfiye etmek için yola çıkan hükümet, bölücülüğün önünü açmıştır.”

DTP adına konuşan Ahmet Türk, kendilerine yönelik suçlamalara, “hiç kimsenin bayrakla, sınırlarla bir sorunu yoktur, olmaz. Ülkenin ortak dili Türkçedir, Türkçe olmaya devam eder. Hatta kendi anadilinde eğitim yapacak olanlar için, Türkçe ortak iletişim dili olarak korunur” diye cevap verdi. Türk, sorunu nasıl gördüklerini ise şu sözlerle ifade etti, “sorun bir Kürt-Türk çatışması değildir. Sorun, Kürtler başta olmak üzere vatandaşlarına demokrasiyi, özgürlükleri çok gören, resmi devlet ideolojisi sorunudur. Bu ülkede demokrasi ihtiyacı olan sadece Kürtler de değildir. Ülkede Türk kavramı ve millet tanımı bile, bu resmi ideoloji tarafından, özünden boşaltılmıştır.”

DTP bir yana, parlamentodaki bu açılım konuşmaları Türkiye’de burjuva parlamenter politikanın kısa vadeli planlar üzerinden, beylik ve hamasi konuşmalarla ve çoğunlukla toplumsal bir temsiliyet bağı kurulmaksızın tepeden inme, ben yaptım oldu zihniyetiyle yapıldığını bir kez daha gösterdi. Burjuva politikanın özünü oluşturan popülizm-pragmatizm ekseni açılım konuşmalarına da damgasını vurdu. “Kürt açılım” tartışmaları şimdiden muhtemelen 2011 yılında yapılacak genel seçimlere endekslenmiş durumda.

Şurası çok açık ki açılım tartışmalarıyla mevcut sorunlar çözülmüyor. Çözümsüzlük yeniden yapılandırılıyor. Bir yanda 40 bin insanın hayatını kaybettiği çözümsüz kılınmış bir sorun. Diğer yanda 12 aylık bilançosuyla dünya için olduğu gibi Türkiye için de çok yıkıcı sonuçlar ortaya çıkaran dünya ekonomik krizi. Her ikisinin de sorumlusu burjuva kapitalist düzen. Oysa düzenin sahibi patronlar ve politikacılar üzerlerine alınmıyorlar. Onlardan çözüm-çare beklemek için aklımızı kaçırmış olmamız lazım. Toplumsal mücadelenin ana eksenini doğrudan sınıf mücadelesi üzerine kurmaksızın işçi sınıfının ve emekçi yoksul halkların sorunlarına gerçekçi ve kalıcı çözümler üretilemez. Bunu da işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklar ancak kendileri yapabilir.

Yorumlar kapalıdır.