Felaketten önce

Bir önceki yazımda Türkiye ve benzeri bağımlı, yarı sömürge ülkelerde sermaye birikimi süreçlerinin yarattığı sorunların ve krizlerin toplumsal sınıflar ve onların kesimleri arasındaki mesafelerin büyümesine yol açtığını; bunun da rejimler düzeyinde Bonapartizme doğru sürekli bir baskı yarattığını, kapitalist düzenin bekasını garanti altına alabilmek için sınıfların üzerine yükselen baskıcı yönetimlere gereksinim doğurduğunu anlatmaya çalışmıştım. Türkiye’de bu tip krizler sık sık yaşandı ve o dönemde ülkedeki en güçlü Bonapartist kurum olan ordu “üç buçuk” kez rejimi süngü darbeleriyle kurtardı. Şimdi ise bu rolü RTE üstleniyor. Çatışan, çelişen tüm kesimlerin ve kurumların (parlamento dâhil) üzerine çıkarak onları kendi otoritesi altında sindirmeye yöneliyor. Ve bu çabasını anayasallaştırarak otoriter rejime süreklilik kazandırmaya çalışıyor.

Bu çabasında elbette yalnız değil. Her şeyden önce AKP iktidarları döneminde iyiden iyiye şişmiş olan inşaat sektörünün milyarlarca liralık kredilere, ranta ve kârlara el koyan finansörleri ve sanayicileri ondan bu vurgun düzenini ne yolla olursa olsun korumasını talep ediyorlar. Politik ve sosyal istikrarsızlık nedeniyle iş alanlarının daralmasından şikâyet eden hizmet sektörü patronları da öyle. Onlara, devlet içinde, hatta onun üzerinde, toplumsal ve ekonomik açılardan ayrıcalıklı bir konuma yükseltilmiş olan güvenlik güçleri (polis, MİT, özel güvenlik, vb.) eşlik ediyor. Yürütme ve yargı organları içindeki konumlarını mesleki liyakatlerine değil, Reis’e ve partiye sadakatlerine borçlu olan bürokratlar da RTE’yi baş tacı ediyorlar. Onlarla birlikte AKP’li parlamenter ve yerel parti liderleri geliyor; bunlar sadece kendi geleceklerini Cumhurbaşkanı’nın ve partinin bekasına bağlamakla kalmıyorlar, ama aynı zamanda kendi bölgelerinde küçük dükkân sahiplerinin, işsizlerin, aylakların, lümpenlerin en gerici kesimlerini şimdi sandık başlarında sonra sokaklarda seferber ederek Bonapartizmin “kitle tabanını” Reis’in emrine sunuyorlar.

RTE 1 Kasım seçimlerinde, daha şimdiden ve mevcut Anayasaya aykırı olarak kurmuş olduğu otoriter idari işlerliği “demokratik” mekanizma içinde yasallaştırma çabasının son mermisini kullanıyor. Bilindiği gibi üç olasılık var: AKP’nin Anayasayı değiştirecek sandalye sayısını yakalaması; o sayıya ulaşamayıp tek başına hükümet kurabileceği 276 milletvekili kazanması; ve nihayet, parçalı bir Meclis ve koalisyon zorunluluğu. Son anketler, birinci seçeneğin hayli olanaksız olduğuna işaret ediyor (yeter ki sandık hileleri, vb. bunu mümkün kılsın). Diğer iki olasılık ise aynı sonuca yol açacaktır. Kurulmak istenen Bonapartist sistemin başlıca kurumu olan Cumhurbaşkanlığı mevkii bugün kullandığı yetkileri sanki sistem anayasallaşmışçasına uygulamaya devam edecektir. Kürt illeri, muhalefet kesimleri, işçi-emekçi hareketi üzerindeki baskılar ve cinayetler sürecek; partiler yasaklanacak, gazeteciler tutuklanacak, savcılar ve hakimler meslekten atılacak, avukatlar terörist muamelesi görecektir.

Bunlar tabii devletin elindeki baskı araçlarıyla sürdürülecek uygulamalar. Ne var ki, Kürt halkının demokratik hakları için uzun bir süreden beri içine girmiş olduğu seferberlik düzeyi; bölünmüş bir toplumun diğer yarısının RTE’nin kurmakta olduğu rejime karşı sert ve kararlı bir muhalif tutuma sahip olması ve bunu örneğin Gezi ayaklanması sırasında kanıtlamış olması; uzun bir süreden beri siyasal krizi uzaktan izleyip sınıf olarak sürece müdahale etmemiş olan işçi sınıfının geçtiğimiz bahar aylarından itibaren, rejimle ve patronlarla her an anlaşmaya hazır sendika bürokratlarını işyerlerinden atabilecek bir mücadele düzeyine ulaşması; işçi ve emekçi yığınların pek çok yerde savunma amaçlı eylemlilikler geliştirmesi… Bütün bunlar de facto RTE rejiminin, elindeki resmi araçlarla kolayca kalıcı bir istikrar yaratamayacağına işaret ediyor.

Cumhurbaşkanı bu noktada son mermisini tüketmiş olacak ve ülkeyi tekrar seçimlere sürükleyemeyecektir. Kendisi ve partisi de bunu biliyor olacaklar ki, destekçileri olan gerici güruhları Osmanlı Ocakları altında örgütlemeye başlamış durumdalar. Daha doğrusu, halkı korkutmak ve kendilerine 400 milletvekili vermediği takdirde başına gelebilecekleri göstermek için kışkırtıp parti binalarını, dernekleri, kitapçıları yakıp yıktırttıkları, insanları sokak ortasında linç ettirdikleri, Doğu illerine giden otobüslere saldırttıkları bu güruhları örgütleyip stratejik kullanıma hazır hale getirmeye yöneliyorlar.

Bu gerçeklik toplumsal yarılmanın ve çatışmaların sürekli bir hal alabileceğine işaret ediyor. Bu özellikle işçi sınıfı ve demokratik kesimler tarafından farkında olunması gereken bir durum; 1 Kasım seçimlerinde RTE’nin ve AKP’nin bekledikleri sonuca ulaşamaması durumunda, tıpkı 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra da söylediğimiz gibi, demokratik hayallere kapılmamak gerekiyor. Bonapartizm kendini kalıcı kılabilmek ve Reis’ine taç giydirebilmek için bütün resmi ve sivil araçlarını harekete geçirmiş durumdadır ve bunu ağırlaştırarak sürdürecektir. Bu resim karşısında ülkenin gayri resmî bir iç savaş durumuna doğru sürüklenmekte olduğunu söylemek abartma olmayacaktır.

Bonapartizmin bu yükselişi karşısında direniş cephesinin en önemli güçleri elbette Kürt halkının mücadelesi, işçi ve emekçi yığınların ve demokratik-ilerici kesimlerin seferberlikleridir. Ama bu mücadeleler burjuva demokratik hedeflerle ve araçlarla sınırlı kaldığı sürece, bizzat burjuva demokratik kurumsallığın bağımlı, yarı sömürge bir ülkedeki geriliğinden ve yetersizliğinden kaynaklanan krizin üzerinden gelmek olanaklı olmayacaktır. Bonapartizme karşı direnişe mutlaka proleter bir sınıf ekseni kazandırabilmemiz gerekiyor. Baskı rejimine karşı mücadeleye, faşizan kitlelerin saldırılarına karşı özörgütlenmeden başlayıp karşıdevrimin iktidar odaklarından temizlenmesine kadar uzanan bir programatik perspektif kazandıracak olan, Türk ve Kürt işi sınıfının örgütlü ve ortak biçimde bu direnişin başına geçmesi olacaktır.

Yorumlar kapalıdır.