Jose Martins ile Kriz üzerine
Portekizli devrimci Marksist dergi Rubra geçtiğimiz günlerde Brezilyalı devrimci Marksist iktisatçı Jose Martins ile Yaşamakta olduğumuz ekonomik krizin niteliği ve sonuçları üzerine uzunca bir söyleşi gerçekleştirdi.
Martins uluslararası ekonomi politik konusunda öğretim üyeliği yapmakta ve haftalık “eleştirel ekonomi” sayfasının redaktörlüğünü üstlenmekte. Mevcut durumun analizinde belirleyici köşe taşlarını ortaya koyan söz konusu söyleşiyi kısaltarak yayımlıyoruz.
Kriz, Marks açısından kapitalist devletin zayıfladığı ve işleyişinin aksadığı bir an olarak bir fırsat anlamına geliyordu. Yayımlamakta olduğumuz söyleşide ekonomist Jose Martins kriz konusunu ele alıyor; Marksist maliyecileri, kapitalizmi kurtarmaya dönük bir programa sahip olmakla eleştiriyor; ABD’nin halen dünyanın motor ekonomisi olduğunu ve Çin’in onunla kıyaslanamayacağını ortaya koyuyor. Öngörülerinden biri de devasa boyutlarda bir kamu kredi krizinin yaklaşmakta oluşu.
Marks açısından kriz aynı zamanda bir fırsat anlamına geliyordu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Jose Martins; Evet Marks kapitalist krizden memnuniyet duyuyordu. Ekonomik kriz, objektif açıdan kapitalist devletin zayıflamasının ve işleyişinin aksamasının yegane fırsatıdır. Devlet, sermayenin değerlendiği, birikimin yoğunlaştığı dönemlerde son derece sağlam bir politik örgüt görüntüsü kazanır. Ekonomik kriz ise bu monolitik bloğu zayıflatır. Kriz, bir toplumda temel önem taşıyan üç örgütlenme sorununa – Ne üretmek, nasıl üretmek ve kimin için üretmek- toplum adına karar vermekte, toplumu yönetmekte burjuvazinin ne denli yetersiz kaldığını açığa çıkarır. Marks ve Engels açısından yıkıcı bir kriz, devrimin zorunlu şartlarından biriydi.
Farklı burjuva sektörleri ile uluslararası kapitalist ve emperyalist güçler arasındaki belirleyici çatışmalar, yalnızca sermayenin genel kriziyle birlikte açığa çıkar. Tüm toplumun boğazına dek batmış olduğu baskıcı düzenin yenilmezlik zırhının, yalnızca bir görünüşten ibaret olduğunu açığa çıkartan bu eşsiz anlar Marks’ı heyecanlandırmaktaydı.
İşçi sınıfının, burjuvaziyi yalnızca onun dünya duruşu konusundaki maskesini indirerek yenilgiye uğratması olanaklı değildir. Üstelik bu çaba sosyal barış koşullarının egemen olduğu dönemlerde iyice imkansızlaşır. Yalnızca kriz, işçi sınıfının sosyal savaştan muzaffer çıkmasının ve ne üretileceğine, nasıl üretileceğine ve kimin için üretileceğine bizzat kendisinin karar vermesinin maddi koşullarını yaratır.
İkinci dünya savaşı 1929 krizine bir yanıttı ve size göre Irak’ın işgali de 2000/01 krizinden çıkmak adına bir yanıt oldu. Obama’nın Afganistan’daki savaşı yoğunlaştırma perspektifi de mevcut krize yönelik bir yanıt girişimi olabilir mi?
Jose Martins; Savaş ekonomisi, kapitalistlere bir genel krizi aşmalarını olanaklı kılan yegane imkandır. Kapitalist rejimin genelleşmiş bir krizi aşmak için gündeme getirdiği ihtiyaçlar, temel tüketim pazarlarının taleplerini aşan “yıkım araçları olarak adlandırılan” son derece özel bir pazarın belirleyicilik kazanmasını gündeme getirmektedir. Bu konu ekonomi politikte – üstelikte bir devrimci olarak- herkesten daha derin bir kavrayışa sahip olan Rosa Lüksemburg tarafından kapsamlı olarak ele alınmıştır. Bankalara aktarılmış olan para, bizzat sistemin kendi döngüsü içinde buharlaşır, ama hükümet için silahlanma sektörüne aktarılan sermaye, özel endüstrinin birikim oranlarını yeniden yükseltmelerine olanak tanır. Savaş endüstrisi, kapitalistlere olağan üstü bir alan sunar.
Silah üretim endüstrisi, aynı zamanda diğer tüm endüstriyel sektörler üzerinde de kesin bir talep artışı etkisi yaratır; Demir çelik endüstrisi, petro kimya, havacılık,otomotiv vs.. Tüm bu sektörler silahlanma yatırımlarından etkileneceklerdir.Ama sonuç olarak, son derece özel bir tüketim biçimini zorunlu kılan bir pazarla karşı karşıyayızdır – bu Pazar için yerleşim yerleri ve bombalanacak bölgeler bir gerekliliktir-
Bu aşamada, emperyalist devlet bu pazarın ihtiyaçlarını gerçekleştirmeye olanak tanıyacak bir dış politika geliştirme uğraşına girişmeye başlar, yani, kamuoyunu savaşın bir zorunluluk olduğuna ikna etmeye dönük olarak, “teröre karşı savaş” türünden gerekçeler yaratmaya. Silah endüstrisine dönük bu yatırım, ulusal ekonomik sistem açısından aynı zamanda birikim oranlarında bir artış anlamına gelecektir. Savaş anlarında işsizlik tümüyle ortadan kalkar. Örneğin ikinci dünya savaşı esnasında Almanya, ABD ve İngiltere’deki işsizlik oranları “sıfırdır”. Üretim hatları yerlerini yıkım hatlarına bırakır.
Eğer sürekli savaşabilmek olanaklı olsaydı, kapitalist krizlerde ortadan kalkardı.
ATTAC’ın pozisyonlarını savunan ya da sözcülüğünü yapan ekonomistler – ki bu pozisyonlar pek çok avrupa ülkesinde önemli tirajlara sahip olan Le Monde Diplomatique tarafından da savunulmakta- krizin üstesinden gelinebilmesi için, Tobin vergisi türünden finansal vergi anlaşmalarını, Off Shore vb işlemlere son verilmesini savunmaktalar. Siz bu tip tedbirlerin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Jose Martins; Marksizm açısından, kriz daima bir finansal kriz biçiminde patlak verir ama yaşanan temelde sermayenin bir aşırı üretim krizidir. Marksizm’in çürümüş bir versiyonuna dayanan yukarıdaki türden reformist tedbirler, sonuç olarak hastalığın kendisine karşı değil ama belirtilerinden birine karşı aspirin kullanmaya benzemektedir. Ayrıca, bu çizgiyi savunanlar hükümetlerin uygulamaya soktukları yeni tedbirler karşısında tümüyle utanılacak duruma düşmekteler. ATTAC’ın Maliyecileri ” Tobin vergisini ” savuna dursunlar, Burjuvazi bankaları millileştirmeye başladı bile. Burjuvazi bankaları millileştiriyor ve dahası endüstriyi millileştirmeyi vaat ediyor! Burjuvazi pratikte, bizim düşüncede “Marksistlerimizden” çok daha radikal. Sanırım bu sektörler, bir dizi temel analizde ciddi yanılgı içindeler. Forbes dergisinin bazı istatistik verilerine bir göz atıldığında, dünyadaki 100 büyük şirketin en azından %80’inin endüstri temelli şirketler olduğu -Boeing, General electric vb- %15’inin ticari şirketler olduğu – Walmart, Carrefour vs- %5’inin ise bankalar olduğu göze çarpacaktır.”finans sermayesinin, endüstri sermayesi üzerinde baskın ve egemen olduğunu” ileri sürmek ciddi bir teorik ve pratik hatadır. İkinci olarak şunu belirtmek gerekiyor ki, bu maliyeci sektörlerin sürekli yineledikleri üzere, ABD büyük bir dünya gücü olmakta sona yaklaşmakta ve ABD endüstrisi büyük bir çöküş yaşamakta. Peki, bu sektörlere göre yeni yükselen yıldız kim? Çin! Bu kesinlikle doğru değil. ABD endüstrisi her geçen gün dünyanın başlıca endüstriyel gücü olma durumunu pekiştiriyor. Bunu anlamak için verilere bakmak yeterli. Endüstriyel üretim ve kullanım kapasitesine yönelik aylık FED raporlarına göre, ABD’deki endüstri üretimi 3 trilyon dolardan fazla, yani dünya üretiminin üçte birine tekabül etmekte. Almanya ve Japonya’daki düzeyin 3 kat fazlasına, Çin’deki üretimin ise 4 katından fazlasına sahip. Yine bu ülkenin Gayrı safi yurt içi hasılası 13 trilyon dolar. Çin endüstriyel üretimi olarak adlandırılan şeyin çok büyük bir kısmı gerçekte Kuzey Amerikan ve diğer dünya şirketlerine ait. O halde bu 3 trilyon dolarlık ABD sınırları içindeki üretimi oranı dış üretimle birlikte bir %20 oranında artırılarak hesaplanmalı.
Ama aynı zamanda Çin’in ABD açısından bir tehdit unsuru olduğu söyleniyor
Jose Martins; Bu önerme aslında büyük bir hayalperestlikten başka bir şey değil. ABD’nin ekonomik gücü son yıllarda somut bir biçimde gelişti. Avrupa ve Japonya’nınki ise düşüş gösterdi.Çin ne bilim ne de teknoloji geliştiremeyen yoksul bir ülke.Çindeki üretimin önemli bir bölümü global şirketlerce gerçekleştirilmekte. ABD, Avrupa hatta Brezilya şirketlerinden söz ediyoruz. Çin, tıpkı Vietnam ve Hindistan gibi dünyanın fabrikasına dönüşmüş durumda. Bu ülkede yaklaşık 500 milyon işçi var ve bu oranın yaklaşık 200 milyonu artık değer üreten mavi yakalı işçiler.Kırda her geçen gün vahşi bir görünüm kazanan kapitalist ilişkileri de hesaba katarak, Çin’de global bir rezerv haline gelmiş muazzam bir endüstri ordusuyla karşı karşıya olduğumuzu anlarız.
Yazılarınızda, Deflasyon eğiliminin giderek belirginleştiğinden söz ediyorsunuz. Deflasyon altında yaşayan bir işçinin memnun olması gerekmez mi? Zira deflasyon sayesinde fiyatlar düşüşe geçer.
Jose Martins; Hayır! Ekonomistlerin dediği gibi “üç kuruşa beş köfte almak” mümkün olmuyor ne yazık ki. Deflasyon süreçlerinde her şeyin düşüşe geçtiğini kavramak gerekiyor. Üretim maliyetlerinden başlayıp, üretkenliğe,bizzat işe, kapitalistlerin kar oranlarından, Pazar ve ürün fiyatlarına, sermayenin birikim oranlarından, son olarak ulusal üretimdeki ani düşüşlere kadar her şey… Sizin kişisel kazançlarınız, ücretlerdeki düşüşten çok daha büyük bir süratle düşüşe geçer. Deflasyon süreçlerinde, işsizlik ve açlık dışında her şey düşüşe geçer.
Deflasyon ve ekonomik depresyon ikiz kardeşlerdir diyebilir miyiz?
Jose Martins; Evet, yalnız ters yönden bir ikiz kardeşliğe sahiptirler.Bir depresyon daima Pazar fiyatlarındaki ve maliyet fiyatlarındaki genel bir düşüşle belirlenen deflasyon eşiliğinde gündeme gelir.
İşçi sınıfı sermayeye karşı mücadelede bu koşullar altında nasıl mücadele etmeli?
Jose Martins; Bir süre önce Brezilya’da çok uluslu şirketlerin büyük kısmının üretim yaptığı Campinas bölgesinde Metalurji sendikasının davetlisi olarak bulundum. Oradaki işçilere önerdiğim tek şey, bir yoldaş işten atıldığında patrtonlara verilecek yanıtın fabrikayı işgal etmek olması gerektiğiydi. İşçiler fabrikaları işgal etmeyi gündemlerine almak zorunda. Fabrikayı işgal etmek ve işçi kontrolü altında üretimi sürdürmek.
Ama sonuçta ben sadece bir tek kişiyim. Bir ekonomist olarak işçi sınıfına ekonomik dinamiklerle ilgili vasıflı ve bütüncül bilgiler ulaştırmaya çalışıyorum. Bütün bu bilgi ve tespitlerden hareketle neler yapılmasına karar verecek olan bireyler değil, işçi sınıfının kendisi. Sonuçta, devrim dünya üzerindeki milyonlarca işçinin eseri olacak.
Son olarak bu krizin nasıl karakterize ediyorsunuz?
Jose Martins; Yaşamakta olduğumuz sermayenin bir aşırı üretim krizi. Bu tip krizler kapitalist rejimin modern krizleri olarak, tarihsel açıdan ancak 1815’ten itibaren gündeme gelmeye başladı. Güncel olarak yaşamakta olduğumuz kriz bir kredi krizi ya da yetersiz tüketimden kaynaklanan -ki kapitalizm öncesi dönemde yaşanan talep yetersizliğine dayalı krizler böyleydi-bir kriz değil. Mevcut kriz, Marks’ın Kapital’inde ortaya koyduğu ünlü periyodik ve çevrimsel aşırı üretim krizi. Bunu kavrayabilmemiz için sermayenin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu sayede sermaye parayla, sermaye makineyle ya da sermaye saf bir üretim ilişkisi ile daha fazla karıştırılmamış olacak. Sermayeyi, işçi sınıfının üzerindeki sömürünün yoğunlaştırılması sayesinde değer kazanmaya çalışan süreç halindeki bir değer olarak ele almak gerekiyor. Sermayenin aşırı üretimi tam anlamıyla bu, yani artık değer, sermaye ve kazanç getirici endüstriyel sektörlerde, global iş gücü üretkenliğinde ölçüsüz bir biçimde yoğunlaşması.
Bu kar ya da ortalama kar oranlarının korunması arayışı hareketlerinde, sermaye çelişkili bir şekilde aşırı üreterek aynı zamanda kar oranlarında bir düşüşe yol açıyor. Bu noktada, her ne kadar birbirleriyle ilişkili de olsalar ticari aşırı üretimle, sermayenin aşırı üretiminin iki ayrı olgu olduğunun altını çizmekte yarar var. Sorun satılamayan bir ticari bolluk sorunu değil. Sorun, satışların belirli bir kar oranı üzerinden gerçekleştirilemiyor oluşundan kaynaklanıyor.
Mevcut krizin karakteri de tam anlamıyla bu işte, kar oranlarındaki düşüş kendini uzun süreli bir biçim altında değil, aksine periyodik ve çevrimsel bir biçim altında tekrar etmekte. Bu aşırı üretimin son aşaması 2000/01 yıllarında gerçekleşmişti henüz tam olarak sonuçları hesaplanamaz durumda da olsa, şimdi bir öncekinden çok daha büyük bir yoğunlukla tekrar ettiği su götürmez bir gerçek.
Size göre bu krizin sorumluları kimler?
Jose Martins; Bu krizin sorumlusu çok açık ki, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurarak, üretimin kaderini ve sosyal yeniden üretimi belirleyen burjuvazi. Dikkat ederseniz, bir spekülatörler çetesinden ya da kazançlarına kazanç katan şirket yöneticilerinden söz etmiyorum ya da maliyecilerin suçlamakta oldukları “görünmez” sermaye türünden, krizi açıklamak konusunda ikincil önem arz eden olgulardan da. Spekülasyon, periyodik olarak gerçekleşen kriz, genişleme ve hızlanma süreçlerinde belirleyicilik taşımaz. Bu süreçlerde belirleyici rol oynayan faktör, burjuvazinin endüstriyel faaliyetleri ile sermayenin ve artık değerin ölçüsüz üretimidir.
(Çeviren: Murat Yakın)
Yorumlar kapalıdır.