Konu, çözümden açılmışken:

Kürt sorunu ve anayasa tartışmaları üzerine

Sorun bile denilmezken, geldik çözüm tartışmalarına… Nerden geldik, nasıl geldik, neden sonra geldik? Ne yitirdik? Ne çok yitirdik… Konuşulmalı. Bu süreç, nasıl bir konjonktürün ürünüdür, hangi ulusal ve uluslararası dönemeç geçilmiştir, taraflar kimlerdir? Bilinmeli.

Tüm bu soruların, ve daha birçoğunun uluslararası arenadaki diğer örneklerle düşünülerek cevaplanması; emperyalizmin içinde bulunduğu dönemi, ulusal sorunun yeni anlamlarını ve/ya başkalaşımını, sınıf mücadelesi ve ulusal sorun arasındaki etkileşimi anlayabilmek, dinamikleri sorgulayabilmek için elzem.

Ancak, bugün bahsi geçen çözüme yönelik açılımlara adeta paralel biçimde eşlik eden, Kürt hareketine yönelik operasyonları gözlemlediğimizde vaat edilen çözümün sınırını görebilmek aynı derecede, ve hatta tartışmaya fikrî müdahale aşamasında daha da fazla, önem kazanıyor. Sınırların, tanımları belirleyeceği yadsınamaz.

“Silahlar sussun!.. Ama…”

Bugün çözüm ‘payda’sında buluşanların ortak beyanı silahların susması… Bu elbette, hayatı üretmeyi, yitirmeyi değil yaratmayı amaç edinmiş her aklıselimin ortak temennisidir. Öte yandan bugün bu temenniyi aynı gerekçeyle mi paylaşır sorulmaz ama, askerinden hükümetine rejimin tüm unsurlarının da bu ortak payda içine çekildiği çok bileşenli bir ortamın içindeyiz. Tarafları ayrıştıran nokta ise “ama…”lar; ve işte bu da, her tarafın çözümden kendine biçtiği ‘pay’ı ya da başka bir ifadeyle çözümden ne anladığını belirliyor.

Rejimin çözümü: Az sopa, az havuç

Asker-polis rejimi, Genelkurmay Başkanı’ndan Cumhurbaşkanı’na; Eski-Yeni Mit Müsteşarı’ndan, bakanlarına; hükümetinden muhalefetine; yönü belli ama birbirini de dengeleyen açıklamalarla kendi çözümünün sınırını çiziyor.

“Havuç ve sopa” diyebileceğimiz yöntemle bir yandan KCK’nin başkanı Karayılan’ı dinliyor, diğer yandan KCK-TM’nin (Koma Ciwaken Kurdistan – Türkiye Meclisi) yapılanmasına yönelik operasyonları sürdürüyor. Yani, bir yandan çözüm konusunda bir kamuoyu yaratma, adımlarının meşruiyetini sağlama ve tabii niyetine inandırma çabasındayken, diğer yandan da yıldırma politikası ile kendi çözümünü en az tavizle uygulamayı amaçlıyor. Masaya oturmadan önce elini güçlendirmeye çalışıyor da denebilir.

Bu noktada, yerel seçimler başarısını da göz önünde bulundurduğumuzda, Kürt halkının siyasi iradesini temsil eden DTP bu yıpratma politikasının ana hedeflerinden biri oluyor. Parti daha önce de belirttiğimiz gibi fiilen bitirilmeye çalışılıyor ve bütünlüğünü parçalamak hedefleniyor.

Bir diğer noktadaysa, PKK’ye silahını şartsız olarak bırakması önkoşul olarak dayatılıyor.

Kimin elinde ne kalırsa

PKK ise aynı şekilde elindeki silahın gücünün farkında. Ateşkesi de ateşedevam’ı da bir niyetin göstergesi olmasının yanı sıra reformist talepleri için bir koz olarak kullanmakta sakınca görmüyor. Tersine, kendisiyle şimdiye kadar yalnızca silahlarla konuşmuş muhatabına karşı benimsediği bu yöntemi aynı zamanda güvencesi olarak görüyor.

Fakat, şu da açık, silahlar masaya yatırılan çözümü değil, kimin tarafında ne kadarının kalacağını belirliyor.

Kendi kaderini tayin hakkını tanımayan bir çözüm mümkün mü?

Görüldüğü gibi mümkün, bu hak tamamen mevzu dışı bırakılıp bir çözüm kesilip biçilebiliyor. Ancak, bu neyin ve kimin çözümü olur, işte bunu tartışmalı.

Tartışmalı, çünkü bu hak birleşme ve ayrılma hakkının ötesinde çok önemli bir yaklaşımın da ifadesidir. Bu hak, tüm bu süreçte bir eşitler ilişkisi kurulabilmesinin önkoşuludur. Ve, silahların gerçekten tümüyle susabilmesinin gereği…

Ancak, kabul gören çözüm anca “rejim artı burjuva önderliğin talepleri bölü çözüm”e denk düştüğünden, yani asla bir bütünü hedeflemeyen buçuk ve hatta çeyrek bir çözüm olduğundan ne bu hakkı ne de bu baskı rejimini gerçek anlamda dönüştürebilecek diğer hak ve talepleri içermektedir.

Anayasa reformu mu, yeni bir anayasa mı?

Bugün mevzubahis ‘buçuk çözüm’ün en ileri noktası ve belki gelip gelebileceği son nokta bir liberal anayasa reformu tartışmasında kendini bulmakta.

Vatandaşlık tanımını sorgulayan, asker-sivil ilişkisini dengelemeye çalışan bu arayışın şaşırtıcı olmayan eksik yanı ise sorunu tanımlayışından kaynaklanmakta.

Ulusal sorun, bir tamamlanmamış -ve tarihin cilvesi, tamamlanamayacak- demokratik devrim kalıntısıdır. Bu açıdan salt bir kimlik sorunu olmadığı gibi, hep belirttiğimiz biçimde bizzat rejimle bütünleşik bir sorundur. Ve yine tarihin cilvesi, emperyalist çağda artık olağanlaşmış olağandışı bu rejim (asker-polis rejimi / yarı-Bonapartist rejim) direkt sınıf ilişkilerinin ve egemen sınıf içi dengenin bir yansımasıdır.

Bugün sorunumuzu Kürtlerin devletin kurucu unsurlarından biri olarak görülmemesi ve kültürel hakların eksikliği ekseninde tanımlıyorsak, evet yine doğru bir tanımdır; yalnız, dar bir tanımdır. Öte yandan, tanımı buradan yapıp çözüme de buradan gitmeye çalıştığımız noktada bu sefer yalnızca dar değil maalesef hatalı bir yol da izlemiş oluruz.

Hatalıdır çünkü, yolun sonu bizi, maalesef yol boyunca elde ettiğimiz küçük kazanımların bile korunmasını sağlayacak güvenceye ulaştırmaz. Hatalıdır çünkü, bu sistemin tüm mağdurlarını birleştirecek rejimi dönüştürme hedefini gözardı eder. Ve belki hata demeye dilimin varmadığı bir saflıkla demokrasi mücadelesini sınıf mücadelesinin bir unsuru olarak ortaya koymadığı için bu yol baştan yenilgiyi kabul etmektir.

Kürtler kurucu unsurlardan biri olur belki, peki Ermeniler, Rumlar? Anadilde eğitim haklarını da kazandılar diyelim… Bunlar küçük adımlar mı denebilir, hayır elbette değil. Ama sormak istiyorum “ya sonrası” diye. Yani bir Kürt ileride belki şuan tezahür edemediğimiz bir başka talebi için bu mücadeleyi yeniden vermek zorunda kaldığında… Ya da birilerinin kafası bozulup çok vermişiz birazını geri alalım dediğinde… Yani rejim aslında orada öylece durduğunda… O zaman ne olacak?..

Demokratik, laik, özgürlükçü, emekçiden yana bir anayasa!

Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi rejim bir çember ve dışındaki alan genişledikçe içinde sıkışıp kalan bizleriz. Elbette dışındaki alanı daraltıp kendimize yer açmak da bir yöntem; hatta bunu yapamadığımız noktada birbirimizi ezmek de bir çözüm(!); ama “bizim” çözümümüz mü?

Gördük ve görmeye devam ediyoruz: Asker-polis rejiminin demokratik dönüşümünü hedef almayan hiçbir çözüm bizlerin (Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Laz, Çerkez… hiçbir emekçinin) değildir. İşçi sınıfı ve emekçi yoksul halkları muhatap almayan hiçbir çözümse rejimin demokratik dönüşümünü hedef almaz, alamaz.

Bu yüzden, tam da taleplerimizi birleştirdiğimiz ve onları bir bütün olarak sahiplendiğimiz düzlem anayasa reformu şemsiyesi altına sığdırılmaya çalışılamaz. Bugün ister Kürt sorunu, toprak sorunu, ulusal sorun; ister demokrasi sorunu, rejim sorunu olarak adlandıralım -ki hepsi de doğrudur ve sorunun çeşitli yönlerini vurgular; çözüm demokratik, laik, özgürlükçü, emekçiden yana tamamıyla yeni ve bizzat muhataplarınca hazırlanmış bir anayasa hedefini içermediği noktada eksiktir ve nihai olarak yine egemen sömürü ilişkilerine ve zihniyete hizmet edecektir.

Yazan: Cemre Sava (30 Mayıs 2009)

Yorumlar kapalıdır.