15-16 Haziran 1970’ten 26 Mayıs 2010’a: 40 yıl geçti, sendika bürokrasisi işçileri satmaktan vazgeçmedi!
26 Mayıs’ta dağ fare doğurdu. İşsizlik ve yoksulluğun bunca yaygınlaştığı kriz koşullarında işçi ve emekçiler için direnişlerinin bir genel grevle taçlanması moral ve haklar açısından gerçekten önemliydi. Olmadı! Bu durumun 15-16 Haziran 1970 direnişinin arifesine denk gelmesi ise ayrıca düşündürücü.
Görüyoruz ki 40 yıl sonra sendikal bürokrasi ihanetine devam ediyor.
Evet, 15-16 Haziran 1970’ten 26 Mayıs 2010’a geçen 40 yılda ne Türk-İş bürokrasisi işçileri satmaktan ne de DİSK bürokrasisi işçileri yarı yolda bırakmaktan vazgeçti! Vazgeçmedi ama sapla samanı da birbirine karıştıracak değiliz. Sendikalar işçi ve emekçilerin mücadeleleri üzerine kurulmuştur. Sendikalar işçi sınıfınındır, emekçilerindir; yoksa bir avuç sendika bürokratının değil. Pireye kızıp yorganı yakmamız söz konusu olamaz.
“İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacak” dendiği günden bu yana bürokrasiden de, hükümetten de, sermayeden de bağımsız devrimci bir işçi sınıfı hareketi yaratmanın gerekliliği kendini hergün yeniden kanıtlıyor. İşte 15-16 Haziran direnişine, artı ve eksileriyle, bu açıdan bakmayı gerekli görüyoruz.
Nasıl bir süreçten geçiyoruz?
Evet, dünya ekonomik krizi işçi sınıfını ve emekçileri derinden sarsıyor. İşsizlik çığ gibi büyürken yoksulluk da katlanarak artıyor. Gençler ve kadınlar bu krizden en fazla şekilde etkileniyor. Çalışabilenlerin ücretleri ve sosyal hakları ise sürekli geriliyor. Taşeronlaştırma ve esnek çalışma egemen bir düzen haline gelmiş durumda. 4C bu yeni çalışma düzeninin adıdır. Örgütlenme ve sendikalılaşma hakkı ise gerilemeye devam ediyor. Gerçek sendikalılık oranı yüzde 5 seviyelerinde. 20 yıl önce bu oran yüzde 21’di. Son 20 yılda örgütlülüğümüz dört kat azalırken işsizlik ve yoksulluğumuz tam tersine artmış durumda. Örgütsüz bir toplum hak ve özgürlüklerini elinde tutamaz!
İşçi sınıfının örgütlü kesimlerinin küçülmesi, sendikal bürokrasilerin uzlaşmacı ve işbirlikçi politikaları mevcut krizi daha da ağırlaştırıyor. Türk-Metal sendikasının Ereğli’de işçilerin ücretlerinin 16 ay boyunca yüzde 35 oranında kesilmesine onay vermesi; Türk-İş’in TEKEL işçilerinin direnişini kazanımsız bir an önce bitirmeyi benimsemesi bu durumun örnekleri.
Bununla birlikte işçi sınıfı ve emekçiler irili ufaklı çok ciddi mücadele verdi, veriyor. Bu noktada eksik olan ve ihtiyaç duyduğumuz ise mücadeleyi birleştirmek, talepleri ortaklaştırmak. Hep birlikte “İşten çıkarmalar yasaklansın”, “Tüm çalışanlar için iş güvencesi hakkı istiyoruz!” diyebilmek. Tabii ki bu kendi başına olamaz. Sınıf bilinçli öncü işçilerin mücadelenin başını çekmesi gerekiyor ki bu konuda birçok örnek mücadele de var. 15-16 Haziran bu mücadele ve direniş geleneğinin en önemli örneklerinden biridir.
15-16 Haziran’a nasıl gelindi?
1946’da çok partili sisteme geçilmesiyle birlikte çok sayıda parti ve sendika kurulmaya başladı. Bu parti ve sendikalar içinde sosyalist olanlar da vardı. Şimdilerde Kemal Kılıçdaroğlu ile yeniden çözüm diye pazarlanan CHP hükümeti, o vakit, sosyalist parti ve sendikaların kurulmasını sorun görerek bu gelişmelere karşı harekete geçti. Sosyalist partiler ve bunların etkin olduğu sendikalar kapatıldı. CHP, kanunlarla sendikal örgütlenmeyi devlet denetimine almaya çalıştı.
O dönemde CHP’ye muhalif olarak kurulan Demokrat Parti (DP) ise göstermelik olarak işçilerin örgütlenmesi önündeki engellerin kaldırılmasını ve grev hakkını savunmaktaydı. Nitekim CHP gibi DP’nin de işçi düşmanı yüzü çok kısa zamanda ortaya çıktı. DP, 1950 seçimlerinde iktidara geldikten sonra grev ve sendikalar konusunda verdiği hiçbir vaadi yerine getirmediği gibi kendi baskısını uygulamaya başladı. Öyle ki DP’nin iktidarda olduğu 1950-60 arasında sadece bir tek grev oldu. Yasadışı sayılan bu eylem de başarısızlıkla sonuçlandı.
Türk-İş’in kuruluşu
31 Temmuz 1952’de Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) kuruldu. 1960’a gelindiğinde Türk-İş’in üye sayısı 174 bini bulmuştu. Bu rakam toplam sendikalı işçi sayısının yüzde 62’siydi…
Bu arada Türk-İş grev ve direnişleri desteklemek yerine Çalışma Bakanı olan Bülent Ecevit’in grev hakkını sınırlayan ve işverene lokavt hakkı tanıyan yasasına destek verdi. Dün CHP’nin işçi düşmanı politikalarının peşinde koşan Türk-İş bürokrasisi aynı şeyi şimdi de AKP hükümetinin peşinde koşarak yapmakta. O Türk-İş ki o tarihte bununla da yetinmedi ve Sendikalar Yasası’nın kabul edildiği 24 Temmuz’u işçi bayramı ilan ederek 1 Mayıs’ı özünden saptırmaya çalıştı. Bu arada Lastik-İş, Basın-İş, Gıda-İş ve Maden-İş gibi sendikalarla Türk-İş yönetimi arasındaki çelişki giderek derinleşmekteydi.
Aynı yıl İstanbul’da Paşabahçe Cam işçilerinin başlatmış olduğu grev muhalefetin Türk-İş’ten kopmasına neden oldu. Türk-iş’in kazanımsız olarak grevi sona erdirmek istemesine işçiler büyük tepki gösterdi. Kristal-İş, Türk-İş’e rağmen greve devam etme kararı aldı. Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş ve İstanbul Basın-İş sendikaları da greve açık destek verdi. 21 Nisan’da hükümet bir ay süreyle grevi ertelerken, Türk-İş yönetimi grevi destekleyen sendikaları geçici olarak Türk-İş’ten ihraç etti. Gördüğümüz üzere 40 yıl önceki Türk-İş bürokrasisiyle bugün TEKEL direnişinde işçileri satıp 26 Mayıs’ın altını boşaltan Türk-İş bürokrasisi aynı ihanet çizgisine devam ediyor.
DİSK’in kuruluşu
Türk-İş bürokrasisi tarafından ihraç edilen sendikacılar Sendikalar Arası Dayanışma Konseyi’ni (SADA) kurarak yeni bir konfederasyon kurma çalışmalarına başladı. Ardından Maden-İş, Gıda-İş ve Lastik-İş yaptıkları ortak bir kongreyle 13 Şubat 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’in kuruluşunu açıkladı.
1967 yılı sonunda DİSK’in üye sayısı hızla artarak 70 bini buldu. Aynı dönemde Türk-İş’in üye sayısı 545 bin’di. 1967’de DİSK’in kurulmasıyla üye sayısı düşen Türk-İş’in imdadına 274 sayılı Sendikalar Yasası değişikliği yetişti. Yasa değişikliği tasarısı; sendikadan ayrılmayı zorlaştırıyor, bir sendikanın Türkiye çapında faaliyette bulunabilmesi için ilgili işkolundaki toplam işçi sayısının en az üçte birini üye olarak temsil etmesini şart koşuyordu. Bu da DİSK’i işlevsiz hale getiriyor ve yeni kurulacak sendikaların önünü kapatıyordu.
15-16 Haziran direnişi
Tasarı kabul edildi. Bunun ardından DİSK, 12 Haziran 1970 Cuma günü bir bildiri yayınladı. Bildiride Türk-İş’e sendika diktatörlüğü tanındığı, bunun sendika seçme özgürlüğü yasasına aykırı olduğu ve esas amacın DİSK’i bertaraf etmek olduğu yazıyordu. Bu çerçevede DİSK, tasarının geri çekilmesini talep ediyordu. DİSK’in 17 Haziran’da yapmak istediği miting başvurusu İstanbul Valiliği’nce reddedildi. Bunun üzerine 15-16 Haziran 1970’de, İstanbul ve çevresi fabrikalardaki işçiler üretimi durdurdu ve eylemlere girişti. 15 Haziran’da 75 bin, 16 Haziran’da 150 bin işçi sokaklardaydı. İşgaller, yürüyüşler, taşlı-sopalı kavgalar oldu. İşçileri engellemek isteyen polis-jandarma gücü ulaşımı engelleme adına Galata Köprüsü’nü kaldırmak dâhil tüm baskı, sindirme ve şiddet yöntemlerini denedi. 3 işçi hayatını kaybetti…
Direniş diğer illere yayılıyordu. AP (Adalet Partisi) iktidarı Adapazarı, İstanbul, İzmit ve Zonguldak’ta sıkıyönetim ilan etti. Kuşkusuz sıkıyönetim direnişin yara almasına yol açtı ama öldürücü vuruşu direnişin arkasında durmayıp bitirilmesi için çağrı yapan DİSK bürokrasisi gerçekleştirdi. 15-16 Haziran direnişi bu şartlar altında sona erdi.
40 yıl sonra 26 Mayıs’ta bir günlük genel grevin arkasında durma cesareti gösteremeyip grevi bir saatlik iş bırakmaya indiren DİSK bürokrasisi ile 15-16 Haziran direnişinin arkasında durma cesareti gösteremeyen o günün DİSK bürokrasisi arasında ne fark var? Bugün de direnen işçilere karşı sendika bürokrasisi marifetiyle aynı oyun devreye sokulmaya çalışılıyor. Bu oyuna gelmemek, direnişi yaygınlaştırmak, mücadeleyi ve talepleri ortaklaştırmak gerekiyor. Ama unutmadan: 1)Sendikalar biz işçi ve emekçilerindir, bürokrasinin değil. 2)Haklarımızı almak ve kalıcı hale getirmek için sadece sendikalar yetmez, kendi sınıf partimize de ihtiyacımız var…
Yazan: İşçi Cephesi, 27 Mayıs 2010
Yorumlar kapalıdır.