Sınıf mücadelesini şiddetlendirecek yeni bir dönem
Devasa ekonomik kriz, olanca şiddetiyle hükmünü sürmeye devam ediyor. Tüm bir yıl boyunca dünya kapitalizmine yeniden istikrar kazandırmak için emekçilere ait kaynaklardan finans dünyasına çok büyük miktarlarda para enjekte edildi. Bankaların kurtarılması için ABD, İngiltere ve Avro bölgesinde 14 trilyon dolar, Çin’de 1,4 trilyon dolar harcandı.
Ancak yine de bu çabaların ekonomide sürdürülebilir bir iyileşme yaratacağı şüpheli. Emperyalist metropollerde büyüme hızı düşük kalmaya devam ederken, işsizlik ve sınıf mücadeleleri yaygınlaşıyor. Büyük Bunalım’dan beri görülen bu en şiddetli kriz, “Teğet geçti” zırvasının aksine Türkiye’deki siyasi dengeleri de şiddetli bir biçimde belirlemeye başlamış durumda.
Ekonomik kriz derinleşiyor
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine bakılırsa, 2008 yılında 2,5 milyon olan resmi işsiz sayısı içinde bulunduğumuz 2010 yılında 3 milyon 438 bine ulaştı. Türlü hokkabazlıklarla bu rakamların içinde kendilerine yer bulamayarak kaderlerine küsmüş durumdakileri de dâhil edersek, 5,5 milyonu aşkın bir işsizler ordusu söz konusu. Rakamlar içinden geçmekte olduğumuz yıkımın acımasız birer göstergesine dönüşmüş durumda. Geride kalan 9 yıl boyunca yüzde 9 dolaylarında seyreden işsizlik oranları önce yüzde 10 düzeyine sıçradı ve şimdi de yüzde 14,5’e demir atmış durumda. Kronik bir hal kazanmış durumdaki işsizlik sorununa ilişkin olarak “Türkiye’nin meselesi” yakıştırmasını yapan Başbakan’a göre, tam bir felaket haline gelmiş sorun esasen katlanılması gereken doğal bir bedel. Yani yıllardır uygulanan emperyalizme bağımlı, yeni liberal ekonomi politikalarının, krizde emekçileri değil kapitalistleri gözeten çizginin bu korkunç tabloda hiç rolü yok kendisine göre.
O halde, krizin “Teğet geçtiği” Türkiye’nin sahteciliklerden arınmış ekonomik göstergelerini değerlendirmekte yarar var. Geride kalan yıl boyunca ulusal gelir yüzde 7,9 oranında küçüldü. 270 milyar doları aşkın dış borcun yaklaşık 54 milyar dolarlık bir kısmının vadesi yaklaşmış durumda. Yıllardır bir türlü yama tutmayan bütçe açığının kapatılabilmesi ise ancak 100 milyar dolar civarında bir sıcak paranın ülkeye giriş yapmasına bağlı. Rakamlar yalan söylemiyor, yalan olan burjuvazinin ortaya çıkan rakam ve verileri -işçi sınıfının güçsüzlüğünden yararlanarak- sahtekarca yorumlayışı. Bu faslı rakamlarla açtık, rakamlarla bitirelim. Yine 30 Haziran tarihinde (TÜİK) verilerine göre açıklanan Türkiye’nin ekonomik büyüme oranları bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 11,7 olarak bildirildi. Hükümet yetkilileri bu oranı tünelin ucunda ışık göründü çığlıklarıyla karşıladı. Öyle ya Türkiye bu büyüme oranı ile G-20 ülkeleri arasında en hızlı ekonomik büyüme gösteren Çin’in ardından ikinci hızlı büyüyen ülke olarak görünmekteydi. Sahtecilik şurada; 2008 yılının ilk çeyreğinde yüzde 14,5 gibi tarihi bir çöküş yaşayan ekonomi, yoğunlaşmış sömürü koşullarının burjuvazi açısından yarattığı vaha durumuna rağmen bu yılın ilk çeyreğinde ancak yüzde 11,7 oranında büyüyebilmişti. 2010’un ilk çeyreğinde henüz 2008 yılındaki oranlar yeni yakalanabildiği gibi, Türkiye nüfusunun aradan geçen 2 yılda yaklaşık 2 milyon kişi arttığı gerçeği göz ardı ediliyor. Dahası bu büyüme oranları istihdam hedefini hiç mi hiç gözetmiyor zira aynı verilerin arasında gözlerden uzak tutulan bir başka gerçek de, yaklaşık 100 bin kişilik bir istihdam kaybının yaşanmış olduğu.
“Bölgesel güç” siyaseti
Geride kalan dönemde, Türkiye burjuvazisinin emperyalizme bağımlı bir bölgesel güç olarak alanını genişletme çabalarına tanık olduk. Bir yandan komşu ülkelerle geliştirilen yeni ekonomik anlaşmalar diğer yandan Ortadoğu sorununa müdahil olma çabaları, AKP hükümetinin “komşularla sıfır sorun” siyasetinin bir yansıması olarak sunuldu. Nihayet Türkiye uzun yıllardır boşladığı Ortadoğu’da büyük devlet olmanın gerektirdiği inisiyatifi üstlenmekteydi. Bu gerçek miydi?
Türkiye ve Brezilya’nın 17 Mayıs tarihinde İran ile imzaladıkları nükleer takas anlaşmasının dünya ve Türkiye kamuoyunda estirdiği eksen kayması tartışması gerçekleri perdeleyici bir işlev gördü. Oysa Obama’nın her iki ülkeye hitaben yazdığı ve Brezilya devlet başkanı Lula’nın sonradan açık ettiği mektuptan anlaşıldığı kadarıyla ABD hükümeti her iki devleti yalnızca İran’la böyle bir anlaşma yapmak doğrultusunda cesaretlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda söz konusu anlaşmadaki maddelerin ABD emperyalizmini tatmin ettiğini belirtiyordu. Şurası çok açık ki, AKP hükümeti iddia ettiğinin aksine takas anlaşması girişimiyle ABD’nin bölge politikasına kafa tutmamış, aksine bağımlı bir güç olarak demokratik gericilik politikasının, İran üzerinde oynanan havuç/sopa politikasının taşeronluğuna soyunmuştu. Emperyalizmin arayışları bu inisiyatifin askıya alınmasıyla sonuçlandı. Bu şok atlatılamadan İsrail birliklerinin Gazze’ye yönelik ambargoya karşı oluşturulan filoya özellikle de Mavi Marmara’ya yönelik katliamı gündeme geldi. Yaşanan katliama ilişkin başbakanın tumturaklı çıkışları İsrail ile hayati önemdeki ekonomik ve askeri ilişkilerin kesilmesine yol açmadıysa da, yaşanan gelişmelerin hükümetin ekonomik kriz ve Kürt sorunu bağlamında hayli sarsılan meşruiyetine bir payanda olduğu kesin. Hükümet bugünlerde önce ABD yönetimi, ardından Hoca Efendi’nin uyarıları doğrultusunda İsrail’le lüzumundan fazla gerilmiş ilişkilerin tamiri yönünde adımlar atma uğraşında.
Hükümetin Kürt sorunuyla yeni sınavı
12 Eylül günü gerçekleştirilecek anayasa referandumunun ve 2011 genel seçimlerinin öncesinde AKP hükümetinin görece üstünlüğünü tehdit edecek iki faktör söz konusu; kabaran krizin yol açtığı işsizlik, sefalet ve yoğunlaşan sömürünün yol açtığı hoşnutsuzluk ve Kürt sorununun aldığı yeni seyir. Gerçekte Kürt hareketinin muhatap alınmamasına dayalı bir politika olan “açılım” siyasetinin iflas etmiş olduğu, DTP’nin kapatılması, yüzlerce parti yöneticisinin tutuklanmasına yol açan KCK operasyonları, çocuk yaştaki tutuklular, Ahmet Türk’e yönelik saldırı gibi örneklerle çoktan tescillenmişti.
Şimdi 13 aylık tek yanlı ateşkesin son bulmasıyla hükümetin “açılım” politikası birçok cephede birden sorgulanır hale geldi. Dahası AKP hükümetinin, işbaşına geldiğinden bu yana Kürt sorununda ciddi bir çatışmalı süreçle karşı karşıya kalmamış olduğu gerçeğinden hareketle, bu kez hem askeri hedefleri hem de sanayi kentlerindeki ekonomik hedefleri tehdit edebilecek bir savaşın yaygınlaşması olasılığı, hükümet açısından başlı başına bir tehdit unsuru.
Yeni cepheler, yeni arayışlar
TÜSİAD’ın geçtiğimiz ay gerçekleştirilen yüksek istişare toplantısı sonuç bildirgesinden de anlaşılacağı gibi, emperyalizme bağımlı Türkiye kapitalizminin, bölgede alan genişletme çabaları iç politikayı belirleyen unsurlar üzerinde de kapsamlı değişiklikler gerçekleştirilmesini zorunlu kılıyor. Bu son derece kırılgan bir zeminde dans etmek anlamına geliyor, zira mevcut Anayasa, yargı işleyişi, Kürt sorunun kazandığı yeni görünüm, bu kapsamlı değişiklikleri mevcut yapı üzerinden sürdürmenin artık olanaksız hale geldiğini ortaya koymakta. CHP yönetiminde gündeme gelen değişiklik, Cumhurbaşkanı Gül’ün ve TÜSİAD’ın çıkışları, Anayasa referandumu ve bu günlerde iyice kaynayan Kürt sorunu karşısında Kürt Sivil toplum kuruluşlarını böylesi bir zemine çekme çalışmaları hep bu yönde bir arayışın ürünü.
Mevcut rejim üzerindeki çok başlılık ve kutuplaşmalar, istikrarsızlığın giderilmesi için daralan siyaset alanını genişletmek, farklı kutupları ortak bir zeminde birbirine yakınlaştırabilme gayretleri, önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesine yeni bir seyir kazandırabilecek kırılma dinamiklerini de taşıyor.
Bu noktada, hükümetin ve burjuvazinin bölgesel bir alan açma çabalarının önündeki en önemli engellerden biri karşımıza çıkıyor: sermaye birikiminin yetersizliği! Dünya ekonomik krizinin iyice tetiklediği bu sorunu çözebilmenin yegâne koşulu, iş gücünün daha da ucuzlatılması ve emek verimliliğini arttırıcı yeni bir saldırı dalgasının hayata geçirilmesi. Yani krizin yol açtığı enkazı derinleştirecek daha yoğun bir sömürü rejiminin oluşturulması. Bu yoğun sömürü rejiminin başlıca hedefi, güvenceli ve sürekli bir “iş” olgusunun gündemden kaldırılması. Bu uğurda zaten gülünç düzeylerdeki sendikal örgütlülük oranlarının tırpanlanması, mevcut işyerlerindeki direnişlerin sınıfa güç verecek örneklere dönüşmeden yalıtılıp tahrip edilmesi, Kürt ve Türk işçiler arasında ayrımı körükleyecek provokasyonlar, her yol mubah.
Hükümetin anayasa “reformu” ve yaklaşan seçimler arifesinde yangından mal kaçırırcasına gündeme getirdiği yeni saldırılar krizle birlikte mutlaklaşan yoksullaşma
göz önüne alındığında yenilir yutulur cinsten değil. Devlet memurlarına iş güvencesinin ortadan kaldırılması, kıdem tazminatlarının iptali, işçilerin “kiralanmasına” olanak sağlayacak özel ajansların kurulması, esnek ve güvencesiz çalıştırmanın yaygınlaştırılmasına dönük tedbirler ve son olarak bölgesel asgari ücret yönündeki adımlar saldırı dalgasının büyüklüğünü gösteriyor.
Bugüne dek işçi yığınlarının bölünmüşlüğünün bir göstergesi olan kamu emekçisi, ofis çalışanı, tekstil işçisi, sendikalı-sendikasız, Kürt/ Türk ayrımları anlamlarını yitirerek belirsizleşirken, kuvvetli bir yoksullaşma ve proleterleşme süreci, mücadeleleri birleştirerek işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak siyaset sahnesine çıkmasını dayatıyor.
Mücadeleleri birleştirebilmenin yolu, türlü sahte ayrımlarla birbirleriyle karşı karşıya getirilen işçi yığınları ortak talepler etrafında bağımsız bir kutup olarak bir araya getirmek; ve bu birlikteliği sürekli ve etkin bir güç haline dönüştürecek ulusal bir mücadele ve koordinasyon ağı yaratabilmekten geçiyor. TEKEL deneyimi, 1 Mayıs’ın yığınsallığı, 26 Mayıs eylemlilikleri, ülke sathına yayılan işyeri direnişleri böylesi bir ihtiyacın ne denli acil olduğunun açık kanıtları.
Yazan: Murat Yakın, 1 Temmuz 2010
Yorumlar kapalıdır.