2011 seçimleri ve yeni dönem

2011 genel seçiminin işaret ettiği eğilimleri iyi anlayabilmek için, sonuçların bölge hatta mahalle ölçeğinde ayrıntılı bir incelemesini yapmalıyız. Ama bazı genel değerlendirmelerde bulunabilir ve bunların sınıf mücadelesinde yaratacağı etkiler üzerinde durabiliriz.

Her şeyden önce, neden her iki seçmenden biri AKP’yi tercih etti? İslamcı ideolojik söylemin, siyasette asker ağırlığına karşıt görünümün, sanal demokrasi taraftarlığının, halkçı imaj propagandasının, yaygın siyasi-toplumsal örgütlenme ağı gücünün, diğer sağ partilerin seçenek olmaktan çıkmasının, vb. bunda etkili olduğu söylenebilir. Bütün bu ve başka etmenlerin var olduğu doğrudur. Ama bizce bunlardan biri ağırlıklı olarak AKP’nin oylarını artırmasında belirleyici olmuştur: Son on yıldan beri (2008’deki geçici düşüş dışında) yaşanmakta olan ekonomik sürekli büyüme.

Bu dönem içinde GSMH’nın 200 milyar dolardan 800 milyar dolara yükselmiş olması; kamu borcunun yüzde 75’ten yüzde 30’a gerilemesi; enflasyonun yüzde 5’e yakın düzeylere inmesi; diğer Akdeniz ülkelerinin ekonomileri iflasın eşiğinde dolanırken, Türkiye’nin Avrupa’nın altıncı ekonomik gücü haline gelmesi; dış ticaret hacminin ve yabancı sermaye girişinin katlana katlana büyümesi; AKP iktidarlarının bilanço girdisine yazılmıştır. Bütün bu ekonomik büyümenin toplumsal zenginliklerin özelleştirilerek burjuvazinin hizmetine sunulması; çalışma koşullarının ağırlaştırılarak iş güvencesinin yok edilmesi; toplu işten çıkarmaların etkisiyle işsizliğin daha da yaygınlaştırılması; sendikasızlaştırmanın desteklenmesi; tarımın ve doğanın tahrip edilmesi… pahasına gerçekleştirildiğini biliyoruz. Kişi başına milli gelirin son on yıl içinde 3 bin dolardan 10 bin dolara yükselmesinin, halkın refah düzeyinin artmasından çok, bir avuç burjuva ile emekçi halk arasındaki gelir ve yaşam düzeyi farkının daha da açılmasına neden olduğu da bir gerçektir.

Bütün bunlara karşın, kendini Türk olarak tanımlayan seçmenlerin çoğunluğu için ekonomik büyümenin ve piyasa istikrarının -şu an sunduğu değil- vaat ettiği beklentilerin tercihlerinde belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bu kitleler verili tempodaki bir büyümenin yeni iş alanları açacağını, ücretlerde ve emekçi ailelerin yaşam düzeyinde iyileşme yaratacağını, tüketim maddesi fiyatlarını denetim altında tutacağını, eğitim ve sağlık hizmetlerini yaygınlaştıracağını; kısacası, kendilerini yoksulluktan kurtarıp refaha taşıyacağını düşünüyorlar. Bu beklentiler, özellikle Anadolu kentlerinde küçük ve görece müreffeh bir orta sınıf kesiminin oluşmaya başladığının görülmesiyle de birleşince, ciddi arzuya ve sarı oya dönüşüyor. Benzer umutları, sendika bürokrasilerinin ihanetinden, sözde sosyal demokrasinin milliyetçi gericiliğinden, devrimci sol seçeneğin parçalanmışlığı ve güçsüzlüğünden şikâyetçi işçi sınıfı kesimleri de taşıyor maalesef.

Kürt illerinde ise durum daha değişik. Kürt kitlelerin büyük bir çoğunluğu rejimin on yıllardan beri süren inkâr ve imha uygulamaları karşısında ulusal kimlik ve haklar sorununu ekonomik beklentilerden daha önemli gördüğünü bir kez daha vurguladı. Bu bağlamda AKP’nin dini grupları harekete geçirmesi ve içi boş demokrasi sözleri vermesine karşın Kürt kitlelerin KCK/BDP önderliğine ve İmralı’ya bağlı kalmaya devam ettiklerini de vurgulamamız gerekir. Bu gerçekliği arkasına alan 36 Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekilinin meclis içi ve dışındaki etkinlikleri, önümüzdeki dönemde politik gündemin şekillenmesinde çoğu kez belirleyici olacaktır.

CHP, oylarını yüzde 5 oranında (1,5 milyon oy) arttırdığı, MHP ise kendi deyişiyle hükümetin ve basının tüm saldırısına karşın kısmi bir kayıpla seçimleri atlattığını düşünerek kendilerini başarılı görüyorlar. Ve herkes, sanırız haklı olarak, bu iki partinin bir önderlik sorunuyla karşı karşıya olduklarını söylüyor. Bu sorunların çözüm biçimi, iki parti arasındaki politik ve programatik mesafenin yeniden belirlenmesinde etkili olacak, bu durum özellikle önümüzdeki dönemde anayasa tartışmalarında kendini açığa vuracaktır.

Bu genel çerçeveden baktığımızda yeni meclisin oluşumundan sonra sınıf mücadelesini ve parti inşası çalışmalarımızı yakından etkileyecek iki olguya işaret edebiliriz: Yeni anayasa tartışmaları ve Blok’un geleceği. Neden yeni anayasa tartışmaları? Erdoğan ve AKP önderliği ekonomik büyüme ve yüzde 50’ye ulaşan oy oranından aldıkları güçle rejim üzerinde başlattıkları yeniden inşa çalışmalarına hız kazandıracak ve sonuçlandırmaya çalışacaklardır. Temel amaçları, askeri ve sivil bürokrasinin denetimindeki bütün ekonomik kaynakları ve etkinlik alanlarını tekelci ve ulusal burjuvazinin hizmetine açmak, olanaklıysa hepsini ona devretmek ve bunun için gerekli olan siyasi ve kurumsal değişiklikleri gerçekleştirmektir. Liberal ekonomik politikalar liberal siyasi değişiklikler gerektirdikçe, bu durum kitlelere bir demokratikleşme olarak sunulmakta. Liberal burjuvazinin, hedeflediği değişikleri gerçekleştirebilmek için toplumun kendisi dışındaki bazı kesimleriyle uzlaşmaya çalışması, kitle hareketinin önündeki bazı anti-demokratik engellerin aşılmasına neden olmakla birlikte, yarısömürge bir ülkedeki burjuva iktidarın kırmızı çizgileri AKP önderliğinin de politik-programatik sınırlarını belirlemekte. En kaba hatlarıyla bu çizgiler emperyalizmden bağımsızlık, Kürtlere kendi kaderlerini belirleme hakkının tanınması, toprak ağalığı sisteminin yok edilmesi ve işçi-emekçi kitlelerin doğrudan denetimindeki bir demokratik yönetim sisteminin kurulması noktalarının gerisinde kalmaktadır. Ne denli demokratik olursa olsun hiçbir burjuva yönetim bu tip bir programı üstlenmez. (Bu konunun daha ayrıntılı bir tartışması için, Mesafe dergisinin “Rejim” dosya başlıklı 7. sayısına bakılabilir.)

Dolayısıyla AKP’nin, Erdoğan’ın son parti başkanlığı dönemini oluşturacak yeni parlamentodaki çabası, ekonomik büyümenin sürdürülebilmesi için bütün işçi-emekçi karşıtı önlemleri almaya devam etmenin yanı sıra, Kemalist rejimin yarı-Bonapartist (yarı-demokratik) bir yönetim sistemine dönüştürülmesine ilişkin değişikliklerin gerçekleştirilmesine yönelik olacak ve bu çabalar yeni anayasanın oluşturulması çalışmalarında somutlanacaktır. Bu noktada İşçi Cephesi‘nin referandum sırasında aldığı tutumun temelinde yatan devrimci anlayışı ve politikayı daha da geliştirip sürdürerek, sahte demokratik değişikliklerle -emperyalizme bağımlılığı, Kürtlerin ulusal haklardan mahrumiyetini, işçi-emekçi düşmanlığını kurumsallaştıracak- yarı-Bonapartist rejim inşası çabalarına HAYIR demesi ve bu yolda en geniş devrimci, sol ve ulusal bağımsızlıkçı ittifak olanaklarını araması önem taşıyacaktır.

Bu bağlamda Blok’un kendisine seçeceği gelecek de belirleyici olacaktır. Kuşkusuz Blok’un ana gücü olan BDP’nin seçeceği yol platformun kaderi üzerinde ağırlıklı etkiye sahiptir, ama Türk devrimci solundan meclise giren üç Blok temsilcisinin, özellikle de 1968 devrimci hareketinin simgesi olan Ertuğrul Kürkçü’nün görüşleri ve çalışmaları da sol hareketin yeniden biçimlenmesinde önem taşıyabilecektir. Blok’un sürekliliğini koruması ve onun çevresinde tüm Türkiye ölçeğinde işçi ve emekçi halk seferberliklerinin örülmesi, yarı-Bonapartist rejim inşası çabaları karşısında demokratik devrimci bir engelin oluşturulmasının en önemli koşulu olacaktır.

İşçi-emekçi temelli gerçek bir demokrasinin yolu AKP önderliğindeki bir meclisten ve onun içinde yapılacak pazarlıklardan değil, verili yönetsel ve kurumsal yapıyı radikal demokratik bir dönüşüme uğratabilecek yegâne güç olan bir kurucu meclisin oluşturulmasından geçmektedir.

Yorumlar kapalıdır.