“Bir ülkede işçiler neden genel greve çıkar?” sorusuna verilebilecek her türlü yanıtta sıralanabilecek gerekçeler bugün belli başlı Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde geçerli. Üç yıl önce dünya kapitalizminin derin krizi patlak verdiğinde, bunun geçici, dönemsel bir bunalım değil, sistemin doğasının ürettiği yapısal bir kriz olduğunu ve ayakta kalabilmek için önce üretici güçler (insan, doğa, teknoloji, hatta sermaye) üzerinde büyük bir tahribata yöneleceğini belirtmiştik. İşte bugün bu saldırının ilk sonuçları yaşanmaya başladı.
Gerçekliğin resmi verilerden çok daha acı olduğunu biliyoruz, ama buna rağmen resmi istatistikler bile tablonun dehşet verici niteliğini açığa vuruyor. Avrupa burjuvazisinin -bizzat kendi sisteminin ürünü olan- ekonomik krizi aşabilmek için emekçi yığınlara yönelik açtığı Haçlı Seferinin ilk bariz sonucu, yoksulluk sınırının (toplam hane geliri olarak 660 avro) karanlık yanında kalanların sayısının AB nüfusunun (500 milyon) yaklaşık yüzde 25’ine ulaştığı, bir o kadarının da “bıçak sırtında” olduğu (zira iki ay işsiz kalmak ve ipoteğini ya da kirasını ödeyememek sınırı aşmaya yetiyor).
İşsizlik rakamları artan yoksulluğun ardında yatan felakete işaret ediyor: İspanya yüzde 23; Yunanistan yüzde 17,5; İrlanda yüzde 14,3; Portekiz yüzde 12,4; Avro bölgesi yüzde 10,3. Her dört emekçiden birinin işsiz olduğu İspanya örneği genel eğilimi açıklamaya yetiyor: işsizlik oranı genç nüfus içinde yüzde 45’lere, göçmen işçiler arasında ise yüzde 60’lara ulaşıyor. Tüm üyelerinin işsiz olduğu hane sayısının 1,5 milyona ulaştığı dikkate alınırsa, toplam nüfusun yaklaşık beşte birinin sadece yoksulluk değil, sefalet sınırının altında yaşam mücadelesi verdiği görülebilir.
Bu ürkütücü tahribat karşısında yasal mücadelenin sınırları da giderek daralıyor. Hükümetler ardı ardına kabul ettikleri yasalarla ve talimatnamelerle işten çıkarmaları kolaylaştırıyorlar, toplu sözleşme düzenini sermaye lehine değiştiriyorlar, sosyal yardımları kesiyorlar, vergileri arttırıyorlar. Mahkemeler her gün düzinelerce konut tahliyesi kararı veriyor (ama bu arada yolsuzlukla suçlanan politikacıları ve banka yöneticilerini aklıyor). Kolluk kuvvetleri gösteri, direniş, grev gibi seferberliklerde gençlere ve emekçilere karşı her zamankinden daha acımasız davranıyor; gözaltına alınanların ve tutuklananların sayısı para ve hapis cezalarıyla birlikte artıyor. Yani ekonomik saldırılara, iktidarların artan politik baskıları eşlik ediyor.
Ama…
Avrupa işçi sınıfının,uzun mücadeleler sonucunda kazandığı ve tüm dünya emekçilerine referans olarak sunduğu ekonomik ve demokratik hakları iki-üç yıl gibi kısa bir sürede bir bir yitirirken sessiz kalması -geçen yıl yirmiye yakın genel grev düzenleyen Yunan emekçileri ve gençleri dışında- nasıl açıklanabilir? Kuşkusuz önce politik ve sendikal önderliklerinin karşıdevrimci ve reformist karakteriyle. Emekçilerin kitlesel olarak toplandıkları ve oy verdikleri sosyalist veya sosyal demokrat partiler, iktidar oldukları her yerde neoliberal politikalar uygulayarak bizzat kapitalist saldırının öncülüğünü üstlendiler; bu politikalarıyla sadece kitleleri kendilerinden uzaklaştırmakla kalmadılar, ama aynı zamanda işçileri böldüler, bilinç bulanıklığı ve moral bozukluğu yarattılar. Sınıf partisi niteliğindeki eski komünist partiler ise, bayraklarındaki orak-çekici silip adlarını değiştirdikten sonra kendilerini birer basit seçim platformu haline dönüştürdüler; işçi sınıfı, “daha adil bir kapitalizm” savunucusu olan bu partilerin adını seçimden seçime duyar hale geldi.
Sendika yönetimleri de sınıf seferberliğinden kaçınarak politikalarını hükümetlerle ve patron örgütleriyle “pazarlık” üzerine kurdular. İşsizliğin ve yoksulluğun önce göçmen ve genç işçileri vurmasına ses çıkarmadılar. Ardından sıra yaşlı emekçilere gelince, “sorunu” erken emeklilik formülleriyle geçiştirmeye çalıştılar. Toplu işten çıkarmaları, ücret kısıntıları ve iş saati uzatmalarıyla “tatlıya bağlamaya” gayret ettiler. Neticede deniz bitti. Hükümetler ve patronlar, derin krizin bu tip “kısmi reformlarla” aşılamayacağını söyleyip saldırılarını topyekûn hale dönüştürünce, yukarıdaki işsizlik ve yoksulluk rakamları ortaya çıktı. Şu anda, sendika bürokrasilerinin temel direğini oluşturan kesimler (memurlar, kamu çalışanları, büyük işletmelerin kıdemli ve sabit sözleşmeli işçileri, vb.) işten çıkarmalarla, ücret kesintileriyle, iş saati uzatmalarıyla karşı karşıya. Emekçiler arasında iş ve ücret güvencesi olan hiçbir kesim kalmadı.
Kapitalizmin bu şiddetli saldırısı karşısında ciddi bir direnişin olmamasının sorumluluğu esas olarak emekçi yığınların politik ve sendikal önderliklerinin sırtında olmakla birlikte, sınıf bilincini baskı altında tutan diğer etmenleri de göz ardı etmememiz gerekir. Krizin faturasını ilk ödeyenlerden olan göçmen işçiler, gerek deneyimsizlikleri gerekse anlaşılabilir (ama kabul edilmesi zor) ekonomik ve toplumsal gerekçelerle sendikal ve politik mücadeleden uzak durdular, bulundukları ülkenin sınıf hareketiyle birleşmekte isteksiz davrandılar. Genç kuşak ise, neoliberalizmin yaydığı “birey ve tüketim” ideolojisinin etkisi altında, kendini işçi sınıfının bir parçası olarak görmeyi reddetti; sadece mesleki ve kültürel eğitimi küçümsemekle kalmayıp politikayı ve sendikal mücadeleyi de “gereksiz” ilan etti. Sosyalizm ve sınıfsız toplum hayalleri sönümlenen yaşlı kuşak proleterler ise, bütün beklentilerini devletten kurtarabilecekleri emeklilik maaşlarına bağladılar. Sınıf hareketine öncülük edebilecek büyük işletmelerin işçileri, patronların “ya kabul edersiniz, ya fabrikayı kapatırız” tehditleri karşısında, “uzun dönemli ücretsiz izinleri”, ücret ve sosyal hak azaltmalarını, “erken emeklilikleri”, daha uzun çalışma sürelerini -işyerlerinde düzenlenen “demokratik” oylamalarla- kabul ettiler. Böylece sendika önderlikleri üzerinde onları mücadeleye zorlayacak herhangi bir basınç birikimi oluşmadı. Tam tersine iş kaybetme korkusu yaygınlaştı, iş bulma büroları önündeki sessiz kuyruklar uzamaya devam etti, “refah devleti” hayalinin hâlâ sürmekte olduğuna inanan yoksulların sosyal servis büroları kapısındaki umutsuz beklentileri sakince sürdü. Yaz aylarında bazı Avrupa kentlerinde meydanları dolduran “Öfkeliler” ise, politika karşıtı, parti ve sendika aleyhtarı tutumlarıyla, işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla aralarına mesafe koyarak bu kitlelere herhangi bir alternatif sunmaktan uzak kaldılar.
Devrimci sol
Bu tablo karşısında, kendini “Devrimci Sol” diye tanımlanabilecek yelpazenin içinde sayan akımların, işçi sınıfının geleneksel siyasal ve sendikal önderliklerine karşı, kitleleri seferber etmeye yönelik bir programla ciddi bir mücadele verdiklerini söylemek de mümkün değil. Tam tersine, neoliberalizmin etkisi bu kampa da nüfuz etti: Bir dizi akım, programlarını “yeni gerçekliğe” uyarlayarak işçi sınıfından uzaklaşmayı, kendilerini “sosyal hareketler” haline dönüştürmeyi, devrimci partiler yerine “platform hareketleri” inşa etmeyi yeğler hale geldi. Diğerleri, kitlesel sendikalardan kopmayı ve orta sınıf dayanışma ağları biçimindeki “yeni tip sendikalar” kurmayı vaaz etmeye başladılar. Aralarından işçiler için avukatlık büroları, göçmenler için yardımlaşma ve kültür dernekleri, yoksullar için “alternatif hayat” gettoları oluşturmaya kalkanlar da çıktı. Onlar için militan eylem artık Starbucks şubelerinde ve bazı banka bürolarında video çekimli “işgaller” gerçekleştirmek ve meydanlarda Öfkelilere çorba dağıtmak haline geldi.
Sınıf hareketinin durgunluğu, siyasal ve sendikal önderliklerin ihaneti, Sol’un orta sınıf protesto hareketine dönüşmesi… Her şeyin Avrupa çapında bir genel greve olan ihtiyacı giderek arttırdığı bir ortamda başlangıç noktası bu biçimde özetlenebilir. Bir kez daha gördük ki, derin bir ekonomik kriz her zaman kendiliğinden biçimde sınıf bilincinde ve mücadele düzeyinde ileri sıçramalar yaratmıyor; tam tersine, yaratığı tahribat sonucunda gerilemelere ve hain önderliklerin güçlenmesine zemin hazırlayabiliyor. Krizin 2008’de patlak vermesi üzerine başlayan ilk dalga savunma mücadelelerinin, sosyalist önderliklerin ve sendika bürokrasilerinin karşıdevrimci politikaları sonucunda başarısızlığa uğrayıp geri çekilmesi, bugünkü durumun yolunu açmıştı. Ama içinde bulunduğumuz olumsuz koşullara karşın, “ikinci dalga” mücadelelerin kabarmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Neoliberal karşıdevrimin sadece göçmen ve genç işçilerin değil, bir bütün olarak tüm emekçi yığınların haklarına ve yaşam koşullarına ardı ardına sert darbeler indirmesi, kitlelerin bilincindeki şaşkınlık bulutlarının yoğunlaşarak çözüm arayışlarına dönüşmesine neden oluyor. Orta sınıf hayalleri yıkılan kamu çalışanlarının (eğitim, sağlık, ulaşım, telekomünikasyon emekçileri) hoşnutsuzluğu şu anda protesto hareketleri biçiminde sokağa yansımaya başladı. Sendika yönetimleri, salt kendi sosyal tabanlarını koruyabilmek için bile “bir şeyler” yapma, sol söyleme yönelme ihtiyacını duymaya başladılar. Sosyalist partilerde bile (Fransa, İspanya, Portekiz) “sol yenilenme” girişimleri doğuyor. Bu gelişmeler, kitlelerin hoşnutsuzluk kabartısının yükselmekte olduğuna işaret ediyor.
Önümüzdeki yakın dönemde, tüm Avrupa çapında olmasa bile, bir dizi ülkede genel grevlere tanık olacağız. Hükümetler ve sendika bürokrasileri bu grevleri “denetimli” bir biçimde atlatmaya, önemli de olsa kısmi sayıdaki sektörle sınırlamaya çalışacaklar. Böylece “bir
günlük genel grevle herhangi bir sorun çözülmez; iki gün ise çok fazla” iddiasını güçlendirmek isteyecekler. Devrimci Solun bu sürece örgütlü ve güçlü bir katılımı ve müdahalesi olmazsa, bunu başarabilirler de. Ama eğer proleter devrimci programda ısrar eden sol akımlar, mücadeleleri büyük işletmelere yaymaya, Troçki’nin ifadesiyle “işçi sınıfının en yoksul ve en fazla ezilen kesimlerini mücadeleye katmaya”, bir günlük ya da birkaç saatlik grevleri sürekli seferberlik biçimlerine dönüştürmeye, işletmeler ve bölgeler arasında eşgüdüm ilişkileri kurmaya, kitlesel sendikalar içinde bürokrasiye alternatif mücadeleci akımlar yaratmaya yönelirlerse ve bu doğrultuda kitlelerin özgüvenini artırıcı adımlar atmayı başarırlarsa; krize karşı işçi ve emekçi eksenli mücadelenin ilk durağına ulaşmış olacağız. İşçi Cephesi’nin bir sonraki sayısında, bu mücadelenin ilk deneyimlerini tartışmaya başlayacağımızdan eminim.
Yorumlar kapalıdır.