23 Mayıs ve 29 Mayıs’ta mücadele etmekten korkmadık! Sıra mücadeleleri birleştirmekte!

Hükümet yaz başlangıcında dört bir koldan saldırılarını artırmış bulunuyor. Öncelikle en temel hakkımız olan grev yasağına göz diken hükümet, işçi sınıfının kimi sektörlerindeki umut vaat eden kıpırdanmalara karşı hiç beklemeksizin tepkisini göstermiş durumda. Hükümetin saldırısı grev yasağı ile sınırlı kalmıyor. Daha öncesinde üç çocuk ısrarı ile Türkiye’yi ucuz emek pazarı haline getirme çabasını açıkça dile dile getiren Başbakan, şimdi de kürtaj hakkının elden alınması için çalışmalara başlamış durumda.

Tam da bu iki yasak arasında deklare edilen “Yeni İstanbul Projesi”ni de tabloya dâhil edecek olursak, hükümetin bu iki saldırısının Avrupa’nın Çin’i olma hedefine kilitlenmiş olduğunu görebiliriz. Hükümet, bir yandan hızla artan bir nüfusla (TMMOB’a göre İstanbul’un 15 milyona yakın nüfusunun, 3. köprü tamamlandığında 22 milyona çıkması bekleniyor) ucuz emek gücü yaratılırken, İstanbul’u finans merkezi haline getirip barbarca saldırılarının önü kesilmesin diye de grevlerin yasaklanması peşinde koşuyor. Hedeflenen bu modelin dünyada Hong Kong ve Tayland gibi başka örnekleri de mevcut.

AKP’yle muhalefet halinde olan kimi burjuva ve küçük burjuva kesimlerin korkaklıklarını ayan beyan sergileyip, cazip fırsatlardan faydalanarak ağız değiştirdikleri bir dönemden geçiyoruz. Buna karşılık işçi sınıfı ise 23 Mayıs’taki kamu emekçileri grevi ve Hava-İş direnişlerinin yanı sıra BEDAŞ, Togo, HEY Tekstil gibi yalnızca patronları değil açıktan hükümeti de hedef alan direnişlerle inisiyatifi AKP’ye bırakmak niyetinde olmadığını gösterdi. Tüm burjuva kamplarının AKP’nin ardında kümelendiği böylesi bir dönemde (öyle ki kürtaj yasağı tartışmalarına dair TÜSİAD gibi herhangi bir burjuva örgütünden ciddiye alınır bir karşı koyuş, karşıt görüş dahi çıkmadı) hükümetin saldırılarına karşı koymanın en güvenilir ve gerçekçi dinamiğinin mücadele halindeki sınıf sektörleri olduğunu görüyoruz.

Hükümetin ablukasının kırılması için ivedilikle doldurmamız gereken mevzi ise mevcut mücadelelerin birleştirilmesi olacaktır.

23 Mayıs Grevi

Hükümetin yüzde 3+3’lük zam teklifini kabul etmeyen kamu emekçileri 23 Mayıs tarihinde ülke genelinde yüz binlerce emekçinin katılımı ile genel grev gerçekleştirdi. Okullar ve hastanelerde oldukça etkili olan, demiryolları ve vergi dairelerinde de oldukça yüksek katılımla gerçekleşen grev, kamu emekçilerinin mücadele direncini ve isteğini hepimize gösterdi.

Hükümet, kıdem tazminatı hakkının gaspı, özel istihdam bürolarının açılması ve bölgesel asgari ücret uygulamaları ile patronlara işçi düşmanlığındaki ustalığını göstermeye çalışırken aynı ustalığı yalancılıkta da sergiliyor. Avrupa’daki emek düşmanı, işsizlik saçan projeleri matah örneklermiş gibi sunan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “Avrupa’da bunlar yaşanırken Türkiye’de memurlar zam yaptığımız için grev yapıyorlar”, diyor! Oysaki yine bir devlet kurumu olan TÜİK’in verilerine göre son 10 yılda çalışanların hayat pahalılığı yüzde 166 oranında artarken; kamu çalışanlarının maaşlarındaki artış yine son 10 yılda yüzde 60’ı aşamamıştır.

Kamu emekçilerinin haklı direnişi Mart ayındaki 4+4+4’e karşı başlatılan eylemlerin ötesine geçerek ciddi bir mücadele dinamiği taşımakta. Kamu emekçilerinin yaşam standartlarındaki dramatik düşüşe karşı ilan edilen greve KESK’in yanı sıra, Kamu-Sen ve hatta hükümete yakınlığı ile bilinen Memur-Sen dahi destek verdi. Eğitim-Bir-Sen, Birlik Haber-Sen ve Sağlık- Sen’li işçiler de AKP İstanbul il merkez binasının önünde eylem yaparak direnişe destek verdiler. Böylesi bir ortaklaşma kamu emekçilerinin önündeki en büyük engel olan parçalara bölünmüşlüğü aşmak için de büyük bir dinamik taşıyor.

Sendika bürokrasisi ise grevin güçlenmesini engellemek için uzlaşmacılık ve işbirlikçilikte sınır tanımadı. 23 Mayıs öncesinde ve esnasında tabanda grev tartıştırılmazken, işyerlerine dönük çalışmalar da yapılmadı ve halkın geri kalanının desteğini almak için de herhangi bir çaba sarf edilmedi. Buna rağmen kamu emekçilerinin bu kitlesel mücadelesi, birleşik mücadele umudunun ilk ışığını yakmış durumda. Öyle ki bu büyük moralle kimi okullarda iş bırakma eyleminin ikinci ayağı olarak üniversite sınavlarının yapılacağı gün iş bırakma eylemi yapılması emekçiler arasında konuşulur hale geldi.

Karalamalara cevap: THY’de iş bırakma

Emekçilerin bu cesaretlenişi karşısında burjuva basın boş durmayarak 23 Mayıs grevini karalamaya yönelik kampanyalar başlatıp, hastane kapılarından dönen insanların abartılı haberlerini yapmaya koşarken, hiç beklemediği bir anda mücadelenin apaçık haklılığı ile karşılaşıp duvara çarptı. Türkiye’nin en büyük kurumlarından biri olan THY’de, havacılıkta grevin yasaklanmasını öngören önergeye karşı bir günlük grevin ilan edilmesi ve grevin ciddi bir etki uyandırması mücadelenin sürdüğünü ve bir günde bitmediğini gösteriyordu.

Grevsiz toplu sözleşme dayatmasına karşı direnişe geçen Hava-İş sendikasına üye işçiler bir gün içerisinde 100’ün üzerinde uçuşu engellemeyi başararak güçlerini ispat ettiler. Telaşa kapılan THY yönetimi ise iş bırakmaya katılan yüzlerce işçiyi hukuksuz şekilde işten attı ve bunun ardından THY işçileri işe iadeler gerçekleşene kadar direnişi sürdürme kararını aldı.

Hükümetin ön saldırısı: Grevi yasaklamak

Hükümetin sınıf cesaretine karşı tepkisi ise çok açık oldu. Başbakan yardımcısı Ali Babacan, 31 Mayıs günü şöyle demişti: “Ekonomide etkisi olan sektörlerde, kimse kusura bakmayacak, grev yasağı olacak.” Hükümet patronlara yeni fırsatlar, işçilere ise yoksulluk saçan istihdam stratejisini bütünüyle hayata geçirmeden önce açık bir biçimde işçi sınıfının elindeki tek pazarlık kozu olan grev hakkını elimizden alma niyetinde olduğunu gösteriyor. Ancak grev yasağını durduk yere işçilerin kolunu kanadını kırmak, sadece sınıfı daha da güçsüzleştirmenin bir parçası olarak algılamak da süreci eksik değerlendirmemize sebep olabilir. Grev yasağı süreci burjuvazinin bütün olarak kalkınma planının temel bir parçası olarak gündeme gelmektedir.

Hükümetin emperyalizm ve Türkiye burjuvazisi açısından Türkiye’yi verimli bir emek pazarı haline getirme çabası yalnızca ücretleri baskılamak ve örgütlülüğü parçalamak ile sınırlı değil. Hükümet bu saldırıları yaparken sektörel kalkınma planları üzerinde de kimi köklü değişiklikler yaratmanın peşinde. Hükümetin ustalık döneminde enerji ve finans gibi sektörler “kalkınma” açısından özel bir öneme sahip. Bankacılık sektöründe halihazırda geçerli olan grev yasağının hızla diğer sektörlere de yayılması, kalkınma projeleri için de kaçınılmazdır. Bu koşullar altında tam da hizmet sektörüne verilen ağırlığa denk gelen THY’de başlayan direnişe karşı bu denli hızlı karar alınarak grevin yasaklanması yine hükümetin bütünlüklü saldırısının bir parçası olarak karşımıza durmaktadır.

Hong Kong modeli olarak Yeni İstanbul Projesi

Çevre dostu, temiz ve kültürel değerlerin sürdürücüsü gibi süslü sıfatlarla tanımlanan bir kent olarak İstanbul’un kuzeyinde yeni bir şehir kurulması planı grev ve kürtaj yasağı tartışmaları sürecinde duymuş bulunuyoruz. Hükümet, açıkça Türkiye’yi 21. yüzyılın gördüğü en büyük işçi düşmanı ülkelerden biri haline getirip (bu konuda rakiplerinin Çin olduğunu söylüyorlar), öte yandan İstanbul’u da çağımızın en barbar şehirlerinden birine çevirmek istiyor.

Hükümet istihdam projesi ile işçilere yoksulluk saçma pahasına başta Avrupa ve Arap ülkeleri olmak üzere tüm dünyaya ucuz üretim yapar konuma gelmek niyetinde. Bunlar için de direniş yeteneği kırılmış ve örgütsüzleştirilmiş bir işçi sınıfının yanı sıra, her daim genç ve ucuz emek gücü için de hızla artan bir nüfus planlamasına sahip olmak istiyor. Hedeflenen ticareti yönetebilmek için de güçlendirilmiş bir finans ve hizmet sektörüne sahip olması gerektiğini biliyorlar.

Üçüncü köprü güzergâhında, Avrupa’nın en büyük hava limanı ile turistlik marinalarıyla Karadeniz ticaretinin merkezi haline gelmesi hedeflenen İstanbul limanını da içeren ve nüfusu 1 milyonu aşacak yeni bir İstanbul yaratma projesi paralelinde grev yasağı saldırısı daha büyük bir önem taşıyor. Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınmasıyla birlikte emekçilerin hızla şehir merkezlerinin dışına itildiği gerçeğine bakarsak, kentin bir finans merkezi haline getirilerek üretimin diğer şehirlere kaydırılması çalışmalarının çok önce başladığını görürüz. 2008’den beri yapılan görüşmelerle Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i, İstanbul’u da Avrupa’ nın Hong Kong’u haline getirme projesi artık apaçık ortada.

Avrupa’nın kazan dairesi, ucuz emek pazarı ve üretim merkezi haline getirilmesi bağlamında grev yasağının, temel olarak istihdam projesinin hayata geçmesi için bir ön saldırı olduğunu söyleyerek sonuçlarının çok daha geniş bir alana yayılacağını ifade edebiliriz.

Yoksullaşmamızın ve tek güvencemiz olan grevli toplu iş sözleşme hakkımızın elimizden alınmasının dışında da sonuçları olacaktır. Hızlı nüfus artışıyla birlikte işsizlik ve yoksulluğun planlı olarak artmasını, aynı zamanda enerji sanayiinde ve kentleşmedeki doğayı tahrip edecek yatırımların da önünün açılmasını, istihdam projesinin üç ayağının da hayata geçmesini ilk elden örnekler olarak sıralayabiliriz.

Mücadeleyi birleştirmek

Bizler açısından ise durum hiç de karamsar değil. Kamu emekçilerinin grevinin ardından havacılık sektöründe ve BEDAŞ’ta başlayan direnişlerin aynı zamanda gerçekleşmesi bir rastlantı değildir. Hükümetin bütünlüklü emek düşmanı saldırılarına karşı bulunduğumuz sektörlerde cevap
vermeye başladık ve mücadele etmekten korkmadığımızı gösterdik.
İki önemli grevimizin ardından mücadelemiz hala sürüyor. Direnişlerimizin cesur ve ileri yanlarının yanı sıra, pek çok geriliğimiz de mevcut. Şimdi bu geriliklerimizi de kapatarak daha güçlü bir mücadelede birleşme zamanı.

Direnişlerimizin önündeki tek engel hükümet değil. Bizler sendika bürokrasisi ile de mücadele etmek durumundayız. Geleceğimizi bürokratlara bırakmamak için işyerlerimizde ve sendika şubelerimizde bir araya gelip grevlerimizin bir bilançosunu çıkarmayı talep etmeliyiz. Böylece hem haklarımızı daha iyi savunabilir hem de eylem programımızı işbirlikçi bürokratlara bırakmamış oluruz.

Dahası da var. Başlattığımız direnişlerin yankıları sürüyor. İlk iş olarak şimdiden bir araya gelerek sektörlerimiz içerisindeki örgütsel bölünmüşlükleri aşmaya çabalamalıyız. Sonrasında da bir yandan direnişimizi nasıl sürdüreceğimize karar verirken, diğer yandan benzer saiklerle başlayan ve patronların yanı sıra hükümeti de karşısına alan diğer direnişleri de desteklemeli, kazanabilmek için onlarla birleşik bir mücadeleye girmeliyiz. THY direnişini başladığı günden itibaren yalnız bırakmayan HEY Tekstil işçileri bu konuda anlamlı bir örnek göstermektedir.
Kürtaj yasağına karşı başlayan seferberliklere de sendikalarımızın dâhil olmasını sağlayarak, grev yasağı ile yan yana yürüyen bu saldırının karşısında da durabilecek güce sahip olmalıyız. Yeter mi, yetmez! Aynı zamanda bu iki yasağa karşı verilen mücadelelerin de birleştirilmesinin, güçlendirilmesinin de yollarını aramalıyız.

Yalıtılmışlık ve işbirlikçi bürokratlar tarafından bölünmüş olan gücümüzün mücadele halindeki sektörlerin birlikteliği ile yenilmez hale geleceğinden eminiz. Ayrıca İşçi Cephesi olarak, işçi sınıfının devrimci partisinin de yalnızca böylesi birlikler ve mücadeleler içerisinde kurulabileceğine inanmaktayız.

Yorumlar kapalıdır.