İmralı Süreci başkanlık sistemine bilet mi?

Malum, AKP hükümetini cumhuriyet tarihinin en demokratik hükümeti ve Başbakan Erdoğan’ı da Atatürk’ün yanına yerleştirerek adeta ikinci bir ulusal kurucu lider olarak görenlerin sayısı kabaca toplumun yarısına denk durumda. Üstelik bu teveccüh sadece AKP’nin kendi “doğal” taraftarlarıyla da sınırlı değil. Oldukça çeşitli ve geniş bir destek ağından bahsedebiliriz. Özellikle sol liberalleri AKP için sergiledikleri “militanca” savunu ve sahiplenişle en başta anmak gerekir. Gerçi son dönemde “demokrasi” frenine basması nedeniyle AKP konusunda bir “hayal kırıklığı” yaşadılar; “umudunu” kesenler dahi oldu! İmralı Süreci bu açıdan tam zamanında imdatlarına yetişti! Şimdi iman tazeleme sürecindeler; kaldıkları yerden “Güçlü Türkiye” fonunda hayal tacirliğine devam edebilmek için… Sol liberalizmin demokrat olmayan AKP’den demokrasiyi geliştirip güçlendirmesini bekleme çaresizliğinde yansımasını bulan politik-düşünsel sefaleti AKP’nin her ileri-geri manevrasında trajik bir görünüm arz etti. İmralı Süreci dâhil bundan sonra farklı bir manzara da beklenmemeli.

Çözerse AKP mi çözer?

Ve tabii Kürt siyasi hareketi! “AKP devleti”, “AKP faşizmi”, “siyasi soykırım”, “1990’lardan da beter”, vs. derken dönüp dolaşıp, “çözerse AKP çözer!” noktasına gelinmiş durumda. Başta Öcalan olmak üzere Murat Karayılan, Leyla Zana, Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş, Osman Baydemir gibi önemli politik figürlerin farklı tonlarda ve zamanlarda AKP ve Başbakan Erdoğan’a bu çerçevede referans yaptığı biliniyor. Dolayısıyla bu anlamda şaşırtıcı ve yeni bir durum söz konusu değil. Diğer yandan Kürt sorununda “çözüm”ün her zamankinden daha mümkün ve yakın olduğuna dair açıklamalar ve bu doğrultudaki işaretler, tabii ki sürecin yakıcılığını ve önemini artırıyor.

İmralı Süreci bağlamında gündeme gelen ve ana fikri başkanlık sistemi verelim, özerk yerel yönetim ve “kültürel otonomi” alalım denkleminden demokratik cumhuriyet çıkar mı? Eğer Başbakan Erdoğan’ın başkanlık vizyonu hayat bulursa tek adam sisteminden çıkanın ne olacağını hep birlikte göreceğiz. 12 Eylül askeri darbe anayasasından odağına başkanlık sisteminin yerleştirileceği neoliberal bir anayasaya geçiş, gücün egemen burjuvazi adına aşırı politik merkezileşmesine yol açacak, bu kaçınılmaz. Dünya politik sistemini temellerinden sarsan ekonomik krizin ve sınıflar mücadelesi açısından politik bir tsunami anlamına gelen Arap devrimlerinin varlığı egemen burjuvaziyi zaten sistemi koruyucu tedbirler almaya itiyor. En masum hak ve özgürlük arayışlarının dahi “terör” başlığı altında toplanması, muhaliflerin delilsiz/keyfi bir şekilde suçla ilişkilendirilmesi başta gelen politik bariyerlerden. Bu otoriter hilekârlık sürecinin olmazsa olmaz enstrümanı ise “demokratik gericilik” politikalarını besleyecek ve uygulamalara meşruiyet kazandıracak manivela konuların suistimal edilmesi. İmralı Süreci bir taşla iki kuş vurma anlamında, tam da bu çerçeveye oturmakta. Bir yandan rejimi/hükümeti ve toplumu tüm yönleriyle sarsan tarihsel kökenlere sahip Kürt sorununun egemen burjuvazinin çıkarlarına tabi şekilde -mümkün olan en az maliyetle- çözümü, diğer yandan tarihsel bir sorunu çözen hükümet reklamıyla AKP’nin demokrat imajının parlatılması ve başkanlık sistemiyle 2023’e sağlam bir bilet söz konusu olacak.

Taktik savaş

AKP hükümeti ile Kürt siyasi hareketi arasında süren bu “aşk ve nefret” sarmalı, aslında stratejik düzeyde bir taktik savaşın yansıması aynı zamanda. AKP’nin Kürt sorununu gerçek muhataplarını yani Kürt siyasi hareketinin önderliğini devre dışı bırakarak/tasfiye ederek çözme girişiminin anlamı da buydu. Şimdi İmralı Süreci’nde İmralı, Kandil, Diyarbakır ekseniyle Ankara arasında merkezinde Öcalan’ın olduğu doğrudan bir hat kurulduğunu görüyoruz. Bu aşamada AKP hükümetinin merkezi anlamda bir muhatapsızlaştırma/tasfiye politikasından bahsedilemez. Lakin bu kez de AKP hükümeti süreci bir pasifizasyon politikası üzerine inşa etme niyetinde. Diğer bir ifadeyle, hükümet ipleri taktik nedenlerle gevşetiyor ama hem rejimin baskıcı/inkârcı karakteri hem de sorunun şakaya gelmez tarihsel/güncel dinamikleri nedeniyle bırakmak istemiyor. Dolayısıyla İmralı Süreci AKP’nin vermekten çok almak için masaya oturduğu ve temel hedefini silahsızlandırma ve serhıldanları tekrar etmemek üzere sönümlendirme olarak belirlediği bir süreç olarak gözüküyor.

Geçen yıl AKP hükümetinin Öcalan üzerinden asma-besleme polemiğiyle meydanlarda milliyetçi-şoven oylara göz kırpması ve binlerce Kürt siyasi tutsağın bu ve benzer politik baskılara karşı iki ayı geçen açlık grevi eylemiyle yanıt vermesi, bu taktik savaşın görünümlerinden biriydi. Benzer şekilde Kürt illerinde ve özellikle İstanbul’da Newroz kutlamaları bu taktik mücadeleye sahne oldu. Yine 12 Eylül 2010 referandumunda Kürt siyasi hareketi boykot tutumu alırken ya da AKP hükümeti referandumdan 2011 genel seçimleri öncesine kadar “çözüm” ana vurgusunu gündemde tutarken, bu taktik savaş gündemdeydi. Nitekim Boykot tutumu ile İmralı Süreci arasındaki politik hat Kürt siyasi hareketi açısından boykot tutumunun ilkesel bir karar olmaktan öte bir taktik manevra olduğunu bugün çok daha açık bir şekilde göstermekte.

Referandum sürecinde boykot tutumunun pasif evet anlamına geldiğini ve bunun bilinçli bir tercihin sonucu olduğunu ifade etmiştik. Kürt siyasi hareketinin silahlı reformist niteliği bu ve benzeri pragmatist/popülist tutumları kaçınılmaz kılmakta. Kürt siyasi hareketinin bu esnekliğini AKP hükümeti kendi burjuva elastikiyeti içinde istismar etmeyi bugüne dek becerdi. Karşıtlarının zayıflıklarını kendi çıkarları için araçsallaştırma başarısı, AKP hükümetinin bütün alanlarda inisiyatifi sürekli elde tutmasının da sırlarından biri zaten. CHP ve MHP’nin AKP karşısında yeni doğmuş buzağı gibi titrek bir politika izlemesi, bu partilerin çoğu kere kendi aşırı zayıflıklarının ve meşruiyet yoksunu var oluşlarının bir sonucu olmakta. Kısacası AKP’nin gücü büyük oranda rakiplerinin acınacak zayıflıklarının paradoksal bir yansımasından ibaret.

AKP mi verdi, Kürtler mi aldı?

AKP hükümetinin Kürt sorununu da çözebilecek kudrete sahip olduğu inancı/iddiası büyük oranda bu algıdan beslenmekte. AKP hükümetinin Kürt sorununu çözme niyeti ve kabiliyeti olmadığını söylediğimizde TRT Şeş’ten Kürtçe kurslarına kadar politik-kültürel alandan bir dizi yasal/kurumsal düzenleme örnek olarak gösterilmekte. Oysa burada da AKP hükümetinin marifet dolu bir hilesi var. Eğer sel, su seviyesini yükseltirse baraj kapakları kontrollü olarak açılır. Açılır çünkü, aksi barajın parçalanması anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle barajın ayakta kalmaya devam etmesi, seviyesi yükselen suyun kontrolünü gerektirir. Bu aynı zamanda suyun zapt-u rapt altına alınarak enerjisinin soğurulması imkânını da yaratır. Kıssadan hisse, bir sel gibi kararlı ve güçlü şekilde ilerleyen ve yıllar içinde mücadeleyle deneyim kazanıp olgunlaşan Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesi zaten fiilen birçok yasağı pratikte geçersiz hale getirdi. Özellikle Saddam’ın devrilmesi ve Irak Baas rejiminin yıkılmasıyla birlikte, Irak Kürt Federe Devleti ete kemiğe bürünmeye başladığında, bölge Kürtleri için yeni bir perde açıldı. Diğer bir ifadeyle barajın kapakları yükselen ve basıncı artan suyu tutamaz hale geldi. İşte AKP hükümetinin yaptığı biriken bu enerjiyi baraj kapaklarını kontrollü olarak açarak üzerindeki basıncı dengeleme çabasından ibaretti.

Kürt siyasi hareketi ve Kürt halkının mücadelesi olmasıydı, AKP hükümeti Kürt sorununu çözmek için bugün attığı adımları atmayacaktı. Bu yüzden Kürt yoktur noktasından Kürt realitesini tanıma noktasına, oradan da bu noktalara gelinmesinde Kürt halkının pratik mücadelesinin belirgin bir belirleyiciliği var. 90 yıl atılmamış adımların bugün bin türlü hesap kitap ve kandırmaca ile atılıyor olmasının bir başka anlamı yok. Bu adımların göstermelik olmaktan çıkması, devam etmesi, kalıcı, adil ve eşit bir toplumsal düzene hizmet eder hale gelmesi, ancak emek eksenli kararlı bir mücadeleyle mümkün olabilir. Tekrar etmek gerekirse, AKP hükümetinin de aynı kendinden önceki hükümetler gibi Kürt sorununu çözmekten anladığı, belirli ‘ulusal ve demokratik tavizler’ karşılığında Kürtleri ‘tek devlet, tek bayrak’ ve belki de ‘tek millet’ fikrine ve bu fikrin kurumsal cismine bağlayabilmesi.” (Enternasyonal Bülten, Sayı 3, 1992) Tek fark, Başbakan Erdoğan’ın geçmişten farklı olarak bu fikri din sosuyla daha fazla harmanlaması.

Ektiğini biçersin!

Hemen her konuda kendini tüm doğruların merkez adresi olarak gören/sunan ve bunu dini-milli bir motifle süsleyen Başbakan Erdoğan’ın verdiği oranda itaat/biat beklemesi boşuna değil. Onlarca yıldır sonu gelmez bir asma-besleme retoriği üzerinden hoşuna gitmeyen her türlü muhalefeti düşman/şeytan ilan etmekten geri durmamış baskıcı bir rejimin barış ve nezaket dolu bir siyasi kültür üretmesi tabii ki beklenemezdi. HDK heyetinin Karadeniz gezisi sırasında neden saldırıya uğradığının cevabı da bu ırkçı-şoven siyasal kültürde saklı. Ektiğini biçersin!

Dayattığı şablon dışına çıkan her düşünce, tutum ve davranışı derhal suçla ilişkilendiren ve her fırsatta Kürt siyasi hareketine bu anlamda yüklenen AKP hükümetinin, HDK heyetine saldırının sorumlusu olarak CHP ve MHP’yi işaret etmesi, bu nedenle son derece yüzeysel bir savuşturmadan ibaret. AKP hükümeti düne kadar uyguladığı, bugün
de terk ettiğine, bir daha dönmeyeceğine dair inandırıcı bir emarenin olmadığı milliyetçi-şoven politikaları, başkalarında gördüğünde tek hissetmesi gereken ancak suç ortaklığı olabilir. Sinop’ta, Samsun’da HDK heyetine saldıranlar herhalde bir haftada milliyetçi-şoven olmadılar. 10 yıldır ülkeyi yöneten, barışı ve kardeşliği tesis ettiğini söyleyen hükümet, ektiği nefret ve ayrımcılık tohumlarını bu nedenle unutturamaz. Tokalaşmak için sıkılı yumrukların açılması gerekir diyen hükümet, “Barış için Eşitlik, Çözüm için Müzakere” sloganıyla yollara çıkma cesaretini gösteren HDK heyetine yönelik saldırıların benzerlerinin tekrarlanmaması için gereken önlemleri almalı ve bu tür saldırıları teşvik eden söylem ve uygulamaları öncelikle kendisi terk etmelidir. AKP bu milliyetçi-şoven alanı terk eder mi? Hayır, terk etmez! AKP dâhil hiçbir burjuva hükümet ve rejim, zorunda kalmadan ya da çıkarı gerektirmeden ne demokrasiden yana tavır alır ne de ileri-geri bir hareket eder. Bu yönde bir tutum değişikliği ancak kararlı ve sürekli bir mücadeleyle mümkün olabilir. Bu nedenle Kürt halkı inkârdan varlığa nasıl çıktığını asla unutmamalıdır; özgürlüğe ancak o yoldan gidilebilir…

Yorumlar kapalıdır.