17 Aralık, AKP ve “demokratikleşme”

17 Aralık tarihinde başlayan operasyon, rejimin içindeki çatlakları derinleştirip genişletmekle kalmadı, aynı zamanda hükümetin seçildiği günden bu yana sürdüğü demokrasi makyajını da tümüyle akıttı. Her ne kadar, hükümetin gerçekleştirdiği talanın ve hırsızlığın sadece ufak bir kısmı ifşa edilmiş olsa da, bu ufak kısım dahi iktidarın kendini tanımlarken kullandığı “muhafazakar demokrat” sıfatının ardında yatan ikiyüzlülüğü açıkça ortaya koydu. Farklı bir tarzda ifade etmek gerekirse, malum olan daha belirgin olur oldu.

Devlet aygıtının stratejik önemdeki kurumlarına ve sömürü üzerinde yükselen kârların paylaşımına yönelik verilen kavgada kristalize olan hükümet-cemaat çekişmesinin, bir devlet krizi halini alan gidişatının her geçen gün daha da sancılı bir yöne ilerlediği ortada. Sancılı süreç ilerledikçe, AKP hükümetinin ve temsil ettiği devlet geleneğinin baskıcı ve otoriter karakteri ayan beyan kendini gösteriyor. Dolayısıyla bu durum, “demokratikleşme” paketleri açıklayan, “barış” sürecini yürüten ve 12 Eylül referandumundan beri “yeni bir Türkiye” modeli inşa edildiğini iddia eden iktidarın (hatta liberal sol çevrelerin!), aslında demokratik görevler karşısında elinin kolunun bağlanmasından kendini alamadığının bir kanıtını oluşturuyor.

Rejimin çok başlılığına karşı verdiği mücadelede gittikçe otoriterleşen Erdoğan, Haziran Ayaklanması’nın kendi elinden çekip aldığı en etkili silahın yokluğunda farklı farklı uygulamalara yöneliyor. Ayaklanmanın Erdoğan’dan aldığı o önemli silah, başkanlık rejimi hayallerinin ta kendisi. Ancak yönetim gücünün Erdoğan üzerinde temerküz olmasını öngören bu projenin, Haziran’da sokağa çıkan milyonlar tarafından hayata geçirilmesi imkânsız bir hâle getirildiği ortada. Bu projenin gerçekleşemeyeceğinin anlaşılmasının üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra patlak veren 17 Aralık yolsuzluk operasyonları, hükümetin demokrasiden korkan ve nefret eden karakterinin politik tezahürlerini hayatın her alanına saçtı: HSYK yasası, yeni MİT yasası, internet sansürü, vb. Erdoğan iktidarının, mevcut pozisyonunu güçlendirmek ve devlet aygıtı üstündeki egemenliğini sağlamlaştırmak için gündemine aldığı bu uygulamalar, “demokrasi sorunu” altında ezilen ve bu sorunu çözecek potansiyel siyasal-toplumsal dinamiklere sahip ol(a)mayan bir sınıfın, varlığını devam ettirebilmek uğruna atmak zorunda hissettiği adımlardır.

Açıkça sekteye uğramaya başlayan burjuva sermaye birikim süreci ile paramparça olan iktidar bloku egemen sınıflar için bir tehdit niteliği taşımaktadır ve “tehlike anında burjuvazi her zaman için mali sermayenin doğrudan aracı olan gerçek yönetim aygıtının üstündeki süslü demokratik koşumları çıkarıp atabilmiş bulunmaktadır.” (Troçki)

AKP demokratik görevleri yerine getirebilir mi?

Bu soruyu, AKP’nin 17 Aralık’tan bu yana hukukun ve gizli istihbarat servislerinin toplumsal örgütlenişinde gerçekleştirdiği değişiklikler ve uygulamaya başladığı sansürler özelinde cevaplamak mümkündür.

Zira yeni MİT yasası, bu örgütü rejimin odağı hâline getirerek, Erdoğan’ın dilediği anda kendi inisiyatifi dışında gelişen durumlara müdahale edebilmesinin yolunu açıyor. Rejimin çok başlı yapısı, kavgaya tutuşan tarafların kendi pozisyonlarını güçlendirmesini şart koşarken, Erdoğan yeni MİT yasasıyla kontrolü dışında herhangi bir sürecin gelişmesinin önüne set çekmeye çalışıyor. HSYK yasası da, iktidarın hükümet elinde merkezileşmesinin olanaklarını yaratan bir içeriğe sahip. HSYK üyesi Prof. Dr. Bülent Çiçekli’nin yeni yasayı “devlet güçlerinin, otoritesinin ve yetkisinin tek elde toplanmaya çalışıldığı bir dönemden geçildiğini görüyoruz” (BBC Türkçe, 27 Şubat 2014) şeklinde yorumlaması, tüm gücün ve iktidarın tek elde toplanılması için harcanan çabaların ve taktiklerin alenen ortaya serildiğini gösteriyor. Yasama ve Yürütme’nin ortak küme oluşturacak kadar iç içe geçmeleri ve Yargı üzerinde Yürütme’nin yetkilerinin artırılması (daha doğrusu Yargı’nın Yürütme’ye bağlanması!), HSYK yasasının neden 27 Şubat’a kadar Resmi Gazete’de yayınlanmadığı sorusunun da cevabını veriyor. Zira Resmi Gazete’de yayımlanması Anayasa Mahkemesi’ne itirazda bulunmanın yolunu açacağından, kadro atamaları yapılmadan önce yayımlanmaması hükümetin de işine geldi (!).

Son olarak 2007 ve 2011’deki düzenlemelerle getirilen internet sınırlamaları ile yetinemeyen rejim, bu sefer 5651 sayılı kanunu revize eden yeni yasasıyla, sanal ağ üzerindeki herhangi bir içeriği engelleme ve sansürleme hakkını kendine tanımış oldu. Hükümete bağlı bulunan kurumların herhangi bir siteyi 4 saat içerisinde kapatabilmesini öngören bu yasa, açıktan açığa haberleşme hakkı ve özgürlüğü hususlarında anayasayla çelişiyor. Büyük resme bakıldığında, internet sansürü uygulaması da rejim içi çekişmenin bir ürünü olarak gözüküyor. Erdoğan, iktidarını kale duvarlarıyla sağlamlaştırmak için çırpınırken, Telekomünikasyon İletişim Bakanlığı’nı bir istihbarat kurumu olarak kullanıyor ve tıpkı MİT’e yaptığı gibi, onu da politik hegemonyasının odaklarından biri hâline getiriyor.

Pekiyi AKP neden “demokratikleşme” sürecini ilerletemiyor? “Demokrat” olmadığı için mi? Kesinlikle hayır. AKP hükümeti demokratik taleplerin karşısında bariz bir biçimde felçleşmekten kendisini alamıyor, çünkü temsil ettiği egemen sınıfların varlık koşulları bu demokratik görevler ile çelişiyor. Aslında bu sınıfların ve onları temsil eden hükümetlerin hayatta kalma şartları ile demokratik taleplerin sürekli nadasa bırakılması, birbirlerini tamamlayan bir bütünü oluşturuyorlar. Bu nesnel durum da, ister istemez, demokratik görevler karşısında özne olarak emekçi sınıfları toplumun karşısına çıkarıyor.

Demokratik taleplerin sınıfsal çözümü

Bugün “demokratikleşme” olarak adlandırdığımız süreç, ancak ve ancak bir sınıf olarak proletaryanın gündeminde yer alabilir ve alıyor. Sermaye blokunun ne ulusal sorunun, ne toprak sorununun, ne de demokrasi sorununun çözümünden bir çıkarı yoktur. Bu blok, toplumun önüne bir “çözüm projesi” ile çıksa bile, bu proje neoliberal bir önerme olmaktan öteye geçmeyecektir ve aslında sorunların biçimini değiştirip özünü daha da derinleştirecektir. Günümüz toplumunda, demokratik görevlerin tamamlanmasından çıkarı olan tek sınıf, işçi sınıfıdır. Çünkü o, bir bütün olarak insanlığın toplumsal kurtuluşunu örgütleyemeden, kendi sınıfsal kurtuluşunun gerçekleştiremeyecek olan tek sınıftır.

“Demokratikleşme” dediğimiz sürecin bir diğer alametifarikası ise, nihai olarak ulusal sınırlar içerisinde tamamlanmasının olanaksızlığıdır. Bugün Türkiye, yaşadığı sorunlar itibariyle yalnız bir ülke olmaktan çok çok uzakta. Aynı yapısal sorunlara Mısır’da, Yunanistan’da ve hatta İspanya’da rastlamamız bir tesadüf değil. Emperyalist bir ekonomik bütün içerisinde “demokrasi(?) adaları” yaratmaya çalışmanın gerçek dışı yönü düşünüldüğünde, işçi sınıfının uluslararası örgütlenmesinin ve mücadelesinin, demokratik talepleri karşılamaya yönelik atılan tek sahici adım olduğu görülür.

Yorumlar kapalıdır.