İDP Girişimi Cumhurbaşkanlığı seçim değerlendirmesi: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra sınıf siyaseti

2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminin Türkiye tarihinde daha önce yaşanmamış bir milat olacağı ve Türkiye’ye dair tüm dengelerin hangi yönde gelişeceğini nihai olarak belirleyeceği yönünde bir inanış vardı. Erdoğan seçilirse bir parantez kapanacak, İhsanoğlu seçilirse de fabrika ayarlarına geri dönülecekti. Diğer bir ifadeyle bu seçim adeta bir ölüm kalım mücadelesi olarak tarif edilmekteydi. Oysa, cumhurbaşkanlığı seçimine katılım yüzde 74 civarında kalarak referandumları saymazsak AKP iktidarı altında yapılan katılımın en düşük olduğu seçim oldu. Yaklaşık 14,5 milyon seçmen tüm ölüm-kalım çağrılarına rağmen sandığa gitmedi; yani en kritik olduğu söylenen seçim en az katılımlı seçim oldu. Üstelik 4 ay önce yapılan 30 Mart yerel seçimlerinde il genel meclisi rakamlarına göre sandığa 46,9 milyon seçmen giderken 10 Ağustos’ta bu sayı 41,2 milyona geriledi. Bu durumu normalleştirme gayretinde olanların Avrupa’da seçimlere düşük katılımı örnek göstermeleri beyhude. Dünyanın hiçbir yerinde 4 ay önce sandığa giden yaklaşık 5,7 milyon seçmenin bu kez sandığa gitmemiş olması [üstelik seçim bir ölüm-kalım mücadelesi olarak tarif edilmişken] tembellik ya da sorumsuzlukla açıklanamaz. Tembel ya da sorumsuz olan, dünya yansa umurumda değil diyen kişi dört ay öncede sandığa gitmezdi! Başta seçim yöntemi ve adayların temsil ettiği programlar olmak üzere bir dizi faktörün seçmeni ikna etmediği, seçmenin bu duruma razı olmadığı ve bu nedenle sandığa gitmediği görülmektedir. Aşağıda bu faktörler ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Sonuç olarak her şeye rağmen seçimler gerçekleşti ve ilk turda 21 milyon oy alarak %51.79’luk dilime erişen Tayyip Erdoğan seçimlerin galibi oldu.

Parantez kapandı mı? Ya da Erdoğan ve AKP’nin yeni dertleri

Yerel seçimler ile mukayese yapacak olursak Erdoğan, AKP’nin aldığı oyları il genel meclisi sonuçlarına göre 1,5 milyon kadar yükseltti. İhsanoğlu CHP, MHP ve diğer destek veren partilerin toplam oylarından yaklaşık 4 milyon daha az oy aldı. Demirtaş ise HDP ve BDP’nin yerel seçimlerdeki toplam oyundan yaklaşık 1 milyon kadar daha fazla oy aldı.

Rakamları şimdilik bir kenara bırakacak olursak, Erdoğan’ın zaferi gerçekten de ifade edildiği üzere bir parantezi kapattı mı? Seçim sonrası hem başbakan hem cumhurbaşkanı hem de parti genel başkanlığını fiilen elinde bulunduran Erdoğan gerçekten de bir tiranlığın peşinde mi? Yoksa, rejimin içerisindeki kronik sıkıntılar sürmekte ve Erdoğan için zorlu bir dönem mi başlamış bulunmakta?

Öncelikle şuradan başlamak gerekir ki, biz işçi ve emekçiler için Şişecam direnişinin yasadışı ilan edilmesini sağlayan ve özelleştirme sistemlerini sürdürerek Soma gibi katliamlara sebep olan, bir yandan da Kürt halkına en temel demokratik haklarını tanımayan bu baskıcı rejimin değişmesinden yanayız. Bu durumda Ekmeleddin İhsanoğlu gibi, işçi düşmanı neoliberal politikaların destekçisi bir adayın temsil ettiği eleştiriler işçi sınıfının çıkarını ifade etmemektedir.

Öte yandan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının sunduğu programın da işçi sınıfının çıkarına olmadığını açıklamak için uzunca laf etmeye gerek yok. Bir yandan esnek çalışma ve kalan özelleştirme planları ile işçi emekçi düşmanı politikalarını ayyuka çıkartan Erdoğan, yurt içinde olduğu gibi yurt dışında da daha “müdahaleci” bir Türkiye ile Osmanlı’nın Ortadoğu’da yitirdiği etkinliğini yeniden sağlamak üzere parantezini kapatmanın derdinde olduğunu söylemişti. Bu çerçevede ise biz işçi ve emekçilerin payına düşen yalnızca daha büyük yoksulluk ve baskı olabiliyor. Yani Erdoğan’ın projesinde rejimde kimi kısmi dönüşümler yaratılırken baskıcı yönler muhafaza edilip güçlendiriliyor.

Bir tür “tiranlık kurma” peşinde olan bir başkana göre Erdoğan’ın seçim sonrası yaptığı konuşma dikkate değer. Konuşmasındaki temkinlilik ve beklenmedik ılımlılık, ona oy vermeyenlere de teşekkür etmesi göründüğü kadarı ile bir kandırmacadan çok Erdoğan’ın içerisinde bulunduğu zor duruma işaret ediyor. Gezi’de esneyen ve 17 Aralık operasyonu ile çatlayan AKP koalisyonun yeniden konsolide olması bir miktar daha zaman alacağa benziyor. Şimdilik ifade edilenin aksine, Erdoğan tüm büyük makamları elinde toplamaktan dolayı sandığımız kadar memnun olmayabilir. Çünkü bundan sonra atılacak her hamle AKP içerisindeki farklı kliklerin partiyle olan bağlarını sorgulamalarına sebep olabilir. AKP’nin 27 Ağustos’ta gideceği olağanüstü kongre ile çözmeyi umduğu kriz, önümüzdeki süreçte açığa çıkacak olan yeni anayasa ve dış borç ödemeleri gibi zorlu dönemlerde AKP’yi yeni krizlerin içerisine sürükleyebilir.

Bunların yanı sıra IŞİD’in güçlenişi ve IŞİD’e karşı mücadele biçimlerinde alınacak uluslararası kararlar önümüzdeki dönemde kontrolü zor olan krizlerin kapıda olduğunu gösteriyor. Emperyalist kampta hem ulusal hem uluslararası arenada IŞİD’in güçlenişinin sorumlularından biri olarak AKP’nin görüldüğünü unutmamakta da fayda var. Sıkıntılar bununla da bitmiyor, Erdoğan’ın en güçlü propagandalarından biri IMF’ye olan borcun ödenmesi idi. Oysaki, Türkiye şu anda cumhuriyet tarihi boyunca hiç ulaşmadığı kadar yüksek bir toplam dış borca sahip durumda. Ve borçların vadesi dolarken ödemelere dair henüz gerçekçi bir kaynak elde edilebilmiş durumda değiller.

Tüm bunlar bizler için küçük burjuvaların sıkça yaptığı gibi, Erdoğan’ın krizinin kapıda olduğunu görüp rahatlamamıza sebep olacak bulgular değildir. Aslında kriz içerisinde olan şey, açık bir biçimde işlememekte olan burjuva sistemdir. Yani sorun yalnızca Erdoğan sorunu değil, kapitalizm sorunudur. Ve bu krizden gerçekçi bir çıkışı sağlamanın tek metodu da bir işçi-emekçi alternatifini inşa etmektir.

Seçimin açık kaybedenleri

İhsanoğlu adaylığı ile dış politikada daha “uyumlu”, iç politikada ise krizleri körüklemeyecek bir çizgi izlemeye çabalayan CHP-MHP politikası seçimde açık bir yenilgi almış oldu. Üzerinde dikkatlice düşünüldüğü açık olan İhsanoğlu adaylığının bu derecede beceriksiz bir kampanya ile sürdürülmesi, Türkiye’de kitlelerin tüm Erdoğan düşmanlığına rağmen CHP kanadından yana umudunu azalttığı ya da en hafifinden bir “uyarı” gönderdiği anlamına gelmektedir.

Öte yandan işçi ve emekçilerin cephesinden bakacak olursak Erdoğan’ın emekçi bölgelerindeki üstünlüğünü bir kez daha görebiliriz. Öyle ki, Türkiye’de en çok iş kazalarının olduğu iller ve iş hastalıklarının en yüksek olduğu illerde dahi birinci isim olarak Erdoğan’ın çıkışı işçi sınıfına dair kimi yeni verileri bize sunabilir. Ezici yoksulluk koşulları altında AKP’nin gerçekleştirdiği en küçük bir “düzenleme” ya da “yardım” bile sınıf bilincine sahip olmayan kitlelerin gözünde kullanılabilir bir araç olarak durmayı sürdürüyor. Kitleler daha iyi bir araç bulduklarına inanmadıkça ve kendi araçları kırılmadıkça bir yenisine yönelmiyorlar.

Bu durumda ayak seslerini duyuran ekonomik krize karşı, artık AKP aracının da ezici yoksulluk koşulları altında küçücük işlevlerini bile yitirecek olması kitlelerde sınıf bilincinin gelişmesi açısından yeni bir umut oluşturabilir. Bu gibi potansiyeller karşısında ise dış borç ödemelerinin yapılandırılması ve neoliberal programların işletilmesi hususunda AKP’den ayrışan bir programı olmayan CHP ise, yeni krizler içerisinde de büyümek için somut bir dayanağa sahip görünmüyor.

Seçimin bir başka parlayanı, Selahattin Demirtaş

HDP oylarındaki ciddi yükseliş, üzerinde dikkatle durulması gereken bir başka konuyu önümüze koymakta. Demirtaş adaylığı etrafındaki HDP çalışması alışılmışın dışında bir adaylık performansını izlememize sebep oldu.

Ancak sayılan dertlerimize, Demirtaş ve HDP’nin programı gerçekçi bir derman olabilir mi?

Öncelikle HDP’nin programının arada sırada ifade edildiğinin aksine bir işçi-emekçi programı olmadığını görebiliriz. Programın en önemli kısmı Avrupa Birliği’ne dair tavırda kenetlenmiş durumda. Çevre sorunundan kadın sorununa, LGBTİ’lerden toplumun pek çok başka kesimlerine kadar pek çoğunu paylaştığımız talepleri ifade eden HDP seçim sürecinde yüzde onluk seçim barajını aşabilecek bir güç depolamak için çalışma yaparak kendi hedefleri çerçevesinde ciddi bir başarı sağladı.

Ancak Avrupa Birliği konusunda net bir tavır olmadıkça İspanya’da olduğu gibi ne ulusal sorunun bir çözümü olabilir, ne de Macaristan örneğinde olduğu gibi faşist partilerin güçlenişi engellenebilir. Dahası yazımızın başında da ifade ettiğimiz üzere bunca ağır dış borç yükü altında olan Türkiye’ye AB’nin sunabileceği model, bir yıkım modeli olan Yunanistan modelinden başkası olmaz. Bu Avrupa modelinin demokrasisinde ise Altın Şafak gibi bir faşist partinin mecliste yer bulması ve göçmenlere fiili saldırılarda bulunmasına müsaade edilmesi de mevcut.

AB’nin burjuva demokrasisinin sınırlarından ve Yunanistan’dan bahsetmişken, HDP içerisindeki sosyalistlerin model partisinin Syriza olduğunu anımsatmak sanıyoruz ki faydalı olacaktır. Yunanistan’daki Syriza önderliği, solda birlik ve birleşik bir güç söylemi etrafında ciddi bir güç toplamıştı. Aynı zamanda programında HDP’den daha “radikal” talepler (AB’den ve Avro bölgesinden çıkış, dış borç ödemelerine son, kamulaştırma, vb.) mevcut olsa dahi parlamento içerisinde ciddi bir güce ulaşılır ulaşılmaz Syriza’nın ilk icraatı dış borç ödemelerini sürdürebilmek için “haklı borç, haksız borç” ayrımı yapmak ve AB konusunda görüş bildirmemek olmuştu.

HDP’nin Syriza konumuna gelmesinin önündeki engellerden biri, bileşimindeki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Syriza Yunanistan’daki pek çok sol partinin bir koalisyonu iken, bu programlarına da yansımaktadır. Buna karşılık HDP’nin programının temelini ise halen “barış
süreci”nin müzakereler ile sürdürülmesi oluşturmaktadır. Dolayısı ile HDP’nin domine edici unsuru olan Kürt ulusalcılığının, kaderini tayin hakkı ile değil de devlet ile müzakerelerin bir sonucu olarak rejim içerisinde yer edinme siyaseti halen HDP’nin temel eğilimini göstermektedir. Bu bağlamda HDP’nin oylarındaki artış bir “Türkiyelileşme” eğilimi gibi görünse de, partinin temel programını aynı müzakere süreci belirlemektedir. Cemil Bayık’ın seçim sonuçlarının hemen ardından artık çözüm sürecinin hükümet değil bir devlet süreci olduğunu ifade etmesi ve İspanyol/Bask modelini1 önermesi bu husustaki temel eğilimin ne olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Öte yandan yüksek performansına rağmen Demirtaş’ın işçi ve emekçilere dair sunduğu sahici bir program maalesef ki mevcut değildi. Demirtaş’ın kampanyasında işten çıkarmaların yasaklanması, Soma gibi işletmelerin işçi denetiminde kamulaştırılması gibi çok temel ve acil maddeler dahi bulunmuyordu. Hal böyle olunca HDP’nin oylarındaki artış, yine AKP tabanı içerisindeki işçi sınıfının en çok sömürülen katmanları içerisinden gerçekleşemedi.

HDP’nin seçimlere dair temel hedeflerinden birinin yüzde on seçim barajına yaklaşmak olduğunu ifade etmiştik. Elbette ki bir parti için bu baraja yaklaşmak ciddi bir başarıdır. Ancak Türkiye işçi sınıfı ve tüm ezilenleri için rejimdeki sahici bir dönüşümü sağlayabilmek, yüzde onluk seçim barajının kaldırılması doğrultusunda güçlü bir kampanya sürdürülmesi ve barajsız bir seçimle toplanacak olan meclisin yeni bir anayasa hazırlamasını istemesi gibi bir metotla mümkün olabilir.

Sonuç Yerine

Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, cumhurbaşkanlığı seçimleri de sahte bir kutuplaşma üzerinden gerçekleşti. Bir yanda İslamcı hareket, laik akım ve Kürt ulusalcılığı etrafındaki bu sahte kamplaşmada her ne kadar taraflardan her birinin kendisine demokrasiyi savunu olarak aldığını görsek de, bu durum hakiki olan kamplaşmaya yani sınıf kamplaşmasına dair herhangi bir yaklaşımı ifade etmemekteydi.

Ölüm kalım süreci gibi lanse edilen cumhurbaşkanlığı seçimi geride kalmışken, şimdilik ifade ediği bağlamda seçimin hemen ardından ifade edilen tehlikelerle karşı karşıya değiliz. Ancak tehlikenin kendisi, hedefler ve gösterilen sahte tehlikelerin daha da derinindedir. İşçi sınıfına yapılacak olan yeni saldırılar, dış borç kaynaklı krizin yine bizlerin üzerine yıkılması ve rejimin yeni bir anayasa ile kimi demokrasi makyajları ve ufak esnemelerle birlikte baskıcı yönünün daha da güçlendirilmesi olacaktır.

Bu yüzden seçimlerde de kendisini ifade eden sahte kutuplaşmaya karşı, sınıf cephemizi güçlendirmek için daha ısrarcı davranmalıyız. Şimdiden dış borç ödemelerinin durdurulması için, taşeron çalışmanın yasaklanması için kampanyalara başlamalıyız. Eğer HDP sola yönelik yeni bir açılımdan bahsediyorsa böylesi bir kampanyanın içerisinde bulunmamız gerçek anlamda işçi sınıfının çıkarına olacaktır.

Rejimin yeniden yapılanacağı ve yakıcı bir anayasa sorununun olduğu koşullar altında ise, inisyatifi Erdoğan ve AKP’ye bırakamayız. Yoksulluk sorunun çözümü, emperyalizmden kopuş, temel demokratik haklarımızın tanınması ve Kürt halkına kaderini tayin hakkını tanıyacak bir anayasayı oluşturmak üzere barajsız bir seçimle bir kurucu meclisin oluşturulmasından yana olmalıyız. Patronlardan arındırılmış, gerçekçi bir çözüm sunan birleşik bir işçi cephesinin oluşturulması için şimdiden bunun çalışmasını yapmalı ve işbirliklerinin imkânlarını yaratmalıyız.

Seçimlerde de karşımıza gelen bu sahte kutuplaşmanın kalıcı olarak aşılması böylesi bir çabaya bağlıdır.

1 Bask Modeli ile ilişkili olarak bkz: http://www.iscicephesi.net/ulusal-sorun/guncel-meseleler/1266-bask-cozumsuzlugu

Yorumlar kapalıdır.