“Cihanda sulh, yurtta savaş”

IŞİD’in neden Kobane’ye saldırdığını ve Türkiye’nin Kobane’ye ve genel olarak Rojava’ya yönelik tecrit ve imha politikasının nedenlerini Hakkı Yükselen “Kobane” başlıklı yazısında anlatmıştı (http://iscicephesi.net/ulusal-sorun/guncel-meseleler/2339-kobane). Bugün bazı başka etmenlerin de var olduğu, daha doğrusu bir dizi başka etmenin üst üste çakıştığı ortaya çıkmakta.

Hükümetin Kobane sorununu “tek başına üstlenemeyeceği” yolundaki söylemleri, Kobane kantonunun İslamcı-faşist güçlerce ezilmesini bekleme taktiğinin yanı sıra, hatta bunun da ötesinde, Türkiye’nin Suriye ile sıcak bir askeri çatışma içine girmekten ısrarla çekinmesinden kaynaklanıyor. Öyle bir çatışma ki, Suriye’nin yanı sıra İran, hatta Irak’a kadar uzanan bir bölgede diplomatik ve ticari ilişkilerden sınır uzlaşmazlıklarına ve karşılıklı “iç işlerine” müdahalelere kadar geniş bir alanı kapsayabilecek anlaşmazlıklar potansiyelini içermekte. Ne hükümetin ne de burjuvazinin, “komşularla sıfır sorun”dan bugünkü “herkesle sorun” noktasına ulaşmış olan verili dış ilişkiler ortamında, bu tip çatışmaları kaldırabilecek gücü bulunuyor.

Türkiye kapitalizminin çarkları esas olarak dışardan gelen “sıcak para” akışları ile Avrupa Birliği ve Ortadoğu ülkelerine yönelik dış ticaret olanaklarıyla dönüyor. Komşularıyla çatışmalı dinamiklerin varlığı, bunun ülke içinde yaratacağı huzursuzluklar ve kitle seferberlikleri, Türkiye’yi özellikle Avrupa düzeyinde yaşanan ekonomik durgunluk ortamında iyiden iyiye “ürkekleşmiş” olan yabancı yatırımlardan ve kredilerden daha da fazla mahrum edebilecek, ihracat potansiyelini son derece olumsuz yönde etkileyebilecektir. Hükümetin tüm Esad karşıtı çığlıklarına karşın burjuvaziden savaş naraları yükselmemesinin nedeni burada yatıyor. Yeni Osmancılık hayallerine kulağına hoş gelmekle beraber burjuvazi, Türkiye’nin “alt emperyalist” olma imkanlarına sahip olmadığına işaret ediyor.

Yayılmacılık hayallerinin pek taraftar bulmadığı merkezlerden biri de Silahlı Kuvvetler. AKP o ünlü “devleti sivilleştirme” programını esas olarak ordu komutanlarının bir toplumsal kesit olarak ayrıcalıklarına dokunmadan yürütüyor. “Paşalarımız” ise, bu ayrıcalıklarını ülke düzeyinde tehlike altına atacak herhangi bir girişimden her zaman uzak durmayı yeğlemişlerdir. Bu anlamda TSK’nın esas olarak “bir iç savaş ordusu” olduğunu söyleyenler haklıdır. Kobane Erdoğan’ın sinik laflarıyla “düştü düşecek” durumda olduğu bir anda, tankların ülke içindeki Kürt bölgelerinde kent merkezlerine inmesi, sınır bölgelerinde namluların içeri doğru yöneltilmesi, askerin ana şiarının aslında “Cihanda Sulh, Yurtta Savaş” olduğunun bariz bir kanıtı.

Bütün bunlara rağmen AKP hükümeti Suriye’deki Kürt otonomisinin ezilmesini, Esad’ın iktidardan uzaklaştırılmasını, hem de bunu Suriye’deki Bonapartist rejimin varlığını koruyarak, onu kendi kontrolüne alarak yapmak istiyor. Bu görevlerin ifasını IŞİD’den bekliyordu, ama hem Esad IŞİD’i devrime karşı kullanmayı başardı, hem de İslamcı-faşistler Kobane’de yenilginin eşiğine geldiler. IŞİD kartı boşa çıkana değin hükümet sanki bir “ulusal egemenlik” savaşı veriyormuşçasına Halifelik devletine karşı kurulan emperyalist koalisyon karşısında ayak sürümüştü. Bu oyunu bozuldu. Şimdi, koalisyonda yer almak için, uçuşa yasak bölge ilan edilmesi, Esad’ın iktidardan uzaklaştırılması gibi koşullar öne sürüyor. Özetle, Suriyeli Kürtleri ezebilmek ve Suriye’deki devrimci süreci kendi denetimine alabilmek için, kendi burjuvazisini ve paşalarını derde ve zahmete sokmayacak bir plan geliştirmeye, bu görevi ifa edebilecek yeni aktörler bulmaya çabalıyor.

Bütün bu yalpalamaların, dengesiz politikaların ve diplomatik körlüğün kuşkusuz faturası olacaktı ve bunun işaretleri derhal belirmeye başladı. Başta ABD, Alman ve Fransız basını olmak üzere uluslararası medya Türk hükümetini Kobane’de süren insanlık dramı karşısında kayıtsız kalıp kendi halkını kırıma uğratan zalim ve tutarsız bir iktidar olarak göstermekte gecikmedi. Avrupa kentlerinde düzenlenen Kobane’ye destek eylemlerine sadece orada yaşayan Kürtler ve Türkler değil, yerli halk ve örgütler de katıldı. Türk diplomasisi belki de anın en acı yenilgisini Birleşmiş Milletler’de aldı. “Ortadoğu’nun kurtarıcısı ve dünyanın yükselen yıldızı”, Güvenlik Konseyi geçici üyeliği seçimlerinde her turda azalan sayıda oylar alarak, İslam ülkeleri nezdinde bile itibar kaybettiğini fark etmek zorunda kaldı.

İktidar sahiplerinin hırsları, politik ve diplomatik kabiliyetlerinin çok ötesinde. Halkların üzerindeki zalimce uygulamaları da bu yeteneksiz muhterisler olma durumlarından kaynaklanıyor. Bütün enerjileri, emekçi yığınları ulusal ve uluslararası alanlarda dini ve etnik tenellerde bölüp birbirine düşürmek noktasında odaklanıyor. İktidarda kalabilmek için bulabildikleri tek yol bu. Bu karşıdevrimci stratejiyi emekçi yığınların birliği ve seferberliğiyle boşa çıkarmak zorundayız.

Yorumlar kapalıdır.