Türkiye sıfırlanırken…

Kobane eylemlerinde üç dört gün içinde 40’ı aşkın insan hayatını kaybetti. Ecelleriyle değil, öldürüldüler. Cinayetler; polis kurşunu, linç, baskın, suikast ve benzeri birçok açık/karanlık şekilde gerçekleşti. Eğer dur çağrıları yapılmasa muhtemelen ülke tarihinin en kanlı tablosuna doğru gidiliyordu. Politik nedenlerle insan öldürmenin bu derece alenileşmesi hepimizi kaygılandırmalıdır. Ve tabii “normal”den “anormal”e geçiş hızının, anın değil birikimin ürünü olduğu da gözardı edilmemelidir. Kobane bardağın taşmasıdır. Bardağı hükümet taşırmıştır.

Kundakçı ve itfaiyeci

Herkes birbirini ateşe benzin dökmekle suçluyor. Benzinden önce ortada bir “ateş” olduğunu görmek gerekir! Ateş neden var? Bu soruyu sormalıyız çünkü çok açık ki, ateş olmazsa benzinden korkmaya da gerek kalmaz. Madem Türkiye elinde çakmak, sağı solu yakmak için pusuda bekleyen “karanlık” güçlerle dolu. Madem üç dört günde 50’ye yakın insanın hayatını kaybedebileceği bir yanardağın üzerinde yaşıyoruz. Madem sadece üç dört gün, zembereği boşaldığında bu ülkede neler yaşanabileceğini gösterdi. Öyleyse ateşi söndürmeye, sorunları çözmeye odaklanacaksınız.

Pekiyi kim(ler) yapacak bunu ve nasıl? Tabii ki öncelikle hükümet bunu yapmalı! Pekiyi, intikamdan, döktükleri kanda boğmaktan, misliyle karşılık vermekten bahseden hükümet bunu yapabilir mi? Ellerinde palalar, kalaslar, silahlar ile karakol önlerinden geçit töreni yapar gibi geçen linçcilere dokunmayıp, hatta teşvik edip, ardından “yüzleri maskeli” bahanesiyle siyasal baskı ve şiddet mengesini biraz daha sıkan hükümetin böyle bir niyeti var gibi görünüyor mu? Tam tersine Hükümet maraza çıkarmak için bahane arayan kabadayı gibi davranıyor.

Ateş neden var?

Ateş var çünkü Türkiye siyasal demokrasiden yoksun. Ateş var çünkü Türkiye hâlâ 12 Eylül askeri diktatörlük anayasası ile yönetiliyor. Ateş var çünkü Türkiye din, mezhep, etnik köken ayrımı yapan iktidarlardan yorgun. Ateş var çünkü Türkiye son 12 yılda 15 bin iş cinayetine doymayan neoliberal politikalar altında ezilmekten perişan. Ateş var çünkü Türkiye mış gibi yaparak kendisini aldatan iktidarlardan bıkkın. Ateş varsa benzin döken illa çıkar! Mesele ateşi söndürmektir. Tabi ateşten özel bir menfaatiniz yoksa, vatan-millet elden gidiyor bahanesiyle iktidarınızı mutlaklaştırma ve fırsattan istifade bütün muhaliflerinizi ezme niyetinde değilseniz!

Şiddeti kim yaratıyor? Kaosa kim hizmet ediyor?

Tunus ve Mısır’da Bin Ali ve Mübarek’in görece “kolay” yıkılışlarının aksine Yemen, Suriye ve kısmen İran rejimlerinin verdikleri “tepki” ile “ayakta” kalışlarının birçok “tartışmalı” iktidara ders ve esin kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim AKP hükümeti de iktidarını pekiştirdiği oranda siyasal özgürlükleri ve toplumsal talepleri karşılama konusunda giderek daha gönülsüz hale geldi. İtiraz edenlere “elini verirsen kolunu kurtaramazsın” yöntemiyle yaklaştı. Meydanlarda sık sık Menderes göndermeleri bu çerçevede yapıldı. Her şey darbeye delil sayılır hale getirildi. Baskıcı, otoriter yasa ve kurumları -aynı geçmişteki hükümetlerin yaptığı gibi- sadece kendisine hizmet edecek şekilde, çeşitli bahanelerle daha da yetkilendirdi, güçlendirdi. Kuvvetler ayrımı (yasama, yürütme, yargı) saçmalıktır diyerek sandığı suistimal etmeyi zirveye taşıdı. En masum, en sıradan toplumsal talep ve sorunları dahi devlet şiddeti yöntemiyle ezmeye yöneldi. Meşhur “Gezi’nin ilk 3 günü masumdu..!” ikiyüzlülüğünde olduğu gibi! Pekiyi, nerede o ilk 3 günün sorumluları? Kobane eylemlerinin de Varto’da 25 yaşındaki Hakan Buksur’un polis kurşunuyla öldürülmesinin ardından çığırından çıktığını kayıt altına alalım. Soru ortada: Şiddeti kim yaratıyor? Kaosa kim hizmet ediyor?

İnceldiği yerden kopmasın!

Elimizde ne var? Komşularla sıfır sorun çöktü. Model ülke olmak tarihe karıştı. İşkenceye sıfır toleranstan polise atış serbest noktasına gelindi. Her şey özelleştirilip satılmasına rağmen; ne işsizlik- yoksulluk çözüldü ne de kamu harcamaları azaldı. Aksine boçlar katlandı, cari açık tarihi rekorlar kırdı. Kısaca AKP’nin seçimleri kazandığı 3 Kasım 2002 tarihini başlangıç alırsak 12 yıl boyunca; ekonomide, siyasette, toplumda, kültürde, sanatta, bireysel ve sosyal psikolojide ilerleme diye sunulan ne varsa, birer kumdan kale gibi tek tek yıkıldı. Geçmişin “fakirdik ama…” avunması dahi kalmadı. Türkiye artık eline kalem alanın, “hafta sonu yağmur yağacakmış” rahatlığıyla, “Türkiye iç savaşa gidiyor?” diye yazıp-çizebildiği bir ülke haline geldi. Bunu diyenlerin genellikle “Pekiyi, ne yapmalı?” sorusuyla ilgilenmeyip “normal” hayatlarına hiçbir şey yokmuş gibi devam ettiklerini de belirtelim! Türkiye gibi ülkeler öncelikle iç savaşa değil -bu işlevi de üstlenen- askeri darbelere giderler, ordu bölünürse (ki çok az ihtimaldir) öbür ihtimal devreye girebilir, ama şimdilik bu iki noktada değiliz. Lakin “Gora’ya bir ateş topu yaklaşıyor!” ironisinde olduğu gibi “iç savaş” tehlikesinden bahsedilen ülke, yaşadığınız ülke ise sanki Belçika’da yaşıyormuş gibi yapmanın kişiye bir faydası da olmaz.

Bu ülkede yaşıyoruz ve inceldiği yerden kopmasın istiyoruz. Türkiye sıfırlanmamalı diyoruz. Meseleye sınıfsal bakıyoruz. Sınıfsal bakmak ne demektir?: Çalışma Bakanı iş cinayetlerinde kendi döneminde 4 bin, son 12 yılda 15 bin insan ölmesine rağmen, “bir milyon küsur işyeri var, her işyerine müfettiş mi dikeceğiz?” diyebilmekte. Yani; eleman yok, kaynak yok! Oynamayı bilmeyen gelin yerim dar dermiş! Pekiyi, 75 milyonun tepesine polis nasıl dikebiliyorsunuz? 1 TOMA yerine 10 TOMA nasıl alabiliyorsunuz? Cumhurbaşkanlığı bütçesini 397 milyon liraya nasıl çıkartabiliyorsunuz? Bir ayda örtülü ödenekten 109 milyon lira nasıl harcayabiliyorsunuz? Soma’da 301 kişi katledildiğinde elinizin gitmediği yasaları kendiniz için nasıl bir gecede çıkarabiliyorsunuz? Sınıfsal bakmak; bu soruları sormak, uygulamadaki çelişkileri göstermek ve işçiden, emekçiden, ezilen halklardan yana cevap üretmek demektir. Kısaca AKP hükümetinin elinde Türkiye sıfırlanıyor diyoruz. Türkiye’nin sıfırlanmasını istemiyoruz. Hükümetin teşhisi de, seçtiği tedavi yöntemi de yanlış. Türkiye’nin daha fazla polisiye uygulama ve tedbirlere değil daha fazla hak ve özgürlüğe, daha fazla demokratikleşmeye ihtiyacı var. Bunun yolunun öncelikle; kaderini tayin hakkı önündeki engelleri de kaldıracak ve hak ve özgürlükleri de genişletecek şekilde acil siyasal demokrasiden, rejimin demokratik dönüşümü bağlamında yeniden yapılanma için kurucu meclisten ve emekten yana yeni bir anayasadan geçtiğini düşünüyoruz. Bunun için mücadele ediyoruz…

Yorumlar kapalıdır.