Dönüşümüz muhteşem olacak mı?

Devletimiz, “Şah Fırat” adını verdiği bir operasyonla içinde Süleyman Şah türbesi ve “saygı karakolu”nun bulunduğu, “ülke dışındaki tek vatan toprağı” olduğu söylenen 10 dönümlük araziyi IŞİD tehdidi altında tahliye edip sınıra çok yakın, yürüyüş mesafesinde bir yere taşıdı. Elbette “dönüşümüz muhteşem olacak” edasıyla! Tabii, ortalık birbirine girdi.

Önce mevzuu özetlemeye çalışalım. Benim anladığım şu: Süleyman Şah diye bir adam var. Bir söylentiye göre Osmanlı’nın kurucusu Osman’ın dedesi. Sonra bir göç esnasında Halep taraflarındaki Caber Kalesi’nin orada Fırat’ı geçerken boğuluyor. Oraya gömüyorlar. Bir başka söylentiye göre ise bu Süleyman, o Süleyman değil; Selçuklu komutanı ve sonra da dendiğine göre Anadolu Selçuklu sultanı olan Kutalmışoğlu Süleyman. Kimine göre de mezarda Süleyman diye biri yatmıyor. Neyse, önce Osmanlı, “bizimki” deyip sahip çıkıyor, türbe yaptırıyor. Sonra da Cumhuriyet, şanlı geçmişimiz adına sömürgeci Fransızlarla anlaşıp hani ufak bir hatıra olarak saklamak üzere bu on dönümlük “vatan” parçasına sahip çıkıyor, asker koyup bayrak dikiyor! Bu arada değinmeden geçmeyelim, artık günahı neyse, merhumun ölüsü de dirisi gibi rahat yüzü görmüyor, oradan oraya dolaşmak zorunda kalıyor; ömrü boyunca göç edip durduğu yetmezmiş gibi öldükten sonra da üç kez yer değiştiriyor…

Şimdi, bu derinlemesine tarih bilgisinin ardından günümüze gelirsek… Belli ki mesele çok önemli. Bir “bölge devleti” ve elbette bir “düzen kurucu” olarak bölgede “kendisine sorulmadan hiçbir şey yapılamayan” Türkiye’nin Başbakanı, önce operasyonun savaş nedeni olduğunu söyleyen Suriye’ye posta koyuyor ve bir hukuk dersi veriyor: “Orası Türk toprağıdır. Bizim toprağımız olan mekânda kutsal emanetleri alıp başka toprağa yerleştirmemiz uluslararası hukuku kullanmamız anlamına gelir, biz bu konuda BM’ye bildirimde bulunduk, bu uluslararası hakkımızdır, Eşme ve çevresi artık Türk toprağıdır, tartışılır tarafı yok. Suriye Ulusal Koalisyonu da operasyonu memnuniyetle karşıladı. Ayrıca Suriye rejimi de önce kendi halkına karşı yaptığı katliamların hesabını versin. Kimyasal silah kullandılar.” Ayrıca dünya da bize hayran, Başbakan öyle diyor! Haa tabii, bir de IŞİD, PYD gibi terör örgütleri var. Başbakan onlara da postasını atıyor: “PYD’ye gelince, Türkiye kendi hukukunu koruduğunda ne izin ne destek ister. O bölgedekilere bildirimde bulunuldu, giriyoruz, sakın ola ki engel olmayın karşılık vermeyin denildi. Koalisyon güçlerine de (yani ABD) aynı bildirim yapıldı…” Gerçi “teröristler” başka türlü konuşuyor, üstelik rivayet de muhtelif, ancak koskoca Başbakan’a inanmamak olmaz!

Arsa-arazi meselesi

Ancak olayı bir de arazi sahibinden (yeni vatan toprağının eski sahibinden) dinlediğimizde, milli duygularımızda ani bir irtifa kaybı yaşıyoruz! Adam, “60-70 dönüm arazimiz var. Toprağı üç kardeş kullanıyoruz” dedikten sonra, türbe inşaatının kendisine haber verilmeden başlatıldığını, ancak devletin kendisini mağdur etmeyeceğine inandığını, iki kardeşinin kendisini arayarak pay istediklerini, çünkü devletin kendisine para verdiğine inandıklarını, onlara para almadığını anlatmakta zorlandığını söylüyor. Adamın annesi ise “umarım devlet hakkımızı verir. Vermezse hakkımızı helal etmeyiz” diyor. Böylece milli ve manevi değeri haiz yüksek bir mevzu birden bir arsa-arazi anlaşmazlığı meselesine dönüşüyor. Sanki haksız bir kamulaştırma söz konusu da, mağdur vatandaş (tabii, Suriyeli) feryat ediyor.

Neyse ki…

Ancak neyse ki muhalefet ve devlet büyüklerimiz konuya müdahale edip karşılıklı giydirmelerle konuyu yine milli-manevi düzeye yükseltiyorlar. Bu arada Kılıçdaroğlu, Başbakan’a “Zafer görmek istiyorsan Dumlupınar’a bak!” diyor. Bahçeli, hükümeti vatan toprağını terk etmekle suçladıktan sonra Genelkurmay Başkanı’na dönüp “Harbiye’deki vatan dersinden okulu mu kırdın?” diye soruyor. Özel de cevap veriyor: “Vatan, millet, bayrak şuurumu kimse sorgulayamaz!” Operasyonla ilgili Başbakan’la karşılıklı rol çalma yarışına giren Cumhurbaşkanı ise, vatan hainlerini bir bir teşhir ettikten sonra, paşasına sahip çıkıp Bahçeli’ye “Sen onun atılacak tırnağının bir parçası bile olamazsın!” diyor…

Basbayağı iç politika!

Belli ki her ne kadar bir dış politika meselesi gibi görünse de basbayağı bir iç politika mevzuu ile uğraşıyoruz. Hani “dış politika aslında iç politikanın bir uzantısıdır” denir ya, aslında tersi de geçerli, yani, iç politika da dış politikanın uzantısı. Elbette doğru; çünkü bu memlekette hemen her şeyin bir iç savaşa dönüştüğünü; bölgenin bütün fay kırıklarının siyasi sınırları aşarak Türkiye içinde de, dallanıp budaklanarak devam ettiğini biliyoruz. Ayrıca “düzen kurucu” olmaya heveslenen Türkiye’nin, evrensel bir kural gereğince, hâkimiyet kurmayı hayal ettiği bölgenin bütün sorunlarını kendi bünyesine taşıyacağını, hatta taşıdığını da görüyoruz.

Anlaşma var mı?

Büyüklerimiz istedikleri kadar şişinsinler, bal gibi PYD ile anlaşmışlar. Beş kere görüşüldüğü söyleniyor; YPG türbenin iki kilometre yakınına kadar eskortluk yapmış, ayrıca hem gidişte hem de dönüşte gerillaların silah sayımı yaptığı söyleniyor; hani IŞİD’e silah falan aktarılmasın diye! Belli ki IŞİD ile de bir anlaşma var. Hatta Musul rehinelerini kurtarmak için yapılan anlaşmada türbe arazisinin örgüte bırakılacağına dair bir madde olduğuna dair bir şayia bile dolaşıyor; tabii, biz bilemeyiz! Ayrıca herhangi bir engel veya çatışma çıkmaması da normal. Çatışma ancak bölgeyi ele geçirmek istersen olur, bölgeyi terk edene kim niye saldırsın ki? Üstelik iyi de oldu; IŞİD’e güven olmaz; tam seçim öncesi Allah muhafaza! Hem zaten böyle tehlikeli bir bölgede, öyle 33 km. uzaklıkta vatan toprağı falan olmaz; sınıra 180 m. mesafede, göz önünde durmasında fayda var; hem bu, bakanın da dediği gibi, vatandaşlara Fatiha okuma imkânı da sağlıyor.

Hızlandırılmış Osmanlı tarihi!

İç politikayla dış politikayı Neo-Osmanlıcılık üzerinden kesiştirme hedefine gelince. Bu da aynı içinde boğuldukları “stratejik derinlik” gibi iflas etmiştir. Bırakın bölge topraklarını denetlemeyi, eldeki son dış toprak parçasını da kaybetmiş durumdalar. Bundan sonra o on dönümlük tarlada, hiçbir hukuki hakka sahip bulunmadan ancak bir işgalci veya “arazi mafyası” sıfatıyla bulunabilirler. Hakiki Osmanlı’nın toprak kayıplarının başlamasıyla çöküşü arasındaki süre aşağı yukarı üç yüz yıldır. Ancak şimdikiler sondan başladılar, bu nedenle işi birkaç yıla sığdırmış görünüyorlar! Eh tabii, hızlı olmakta fayda var, AKP’nin veya “Başkan”ın saltanatı 622 yıl süremeyeceğine göre!

Tabii, şaka bir yana uyanık ve hazır olmakta fayda var. Sorun bir türbe üzerinden yapılan siyasi maskelemeyle, seçim hazırlığıyla veya dış politikanın iflasıyla sınırlı falan değil; bu İç Güvenlik Yasası boş yere çıkartılmadı. İşler epeydir iyi gitmiyor; ne içerde ne de dışarda. Dışarıda kaybettikçe içeriye abanacakları kesin. Gerçek gücünü kaybeden, ancak kalmaktan başka da çaresi olmayan iktidarın yol açtığı tehlike çok büyüktür. Başbakan’ın sert tavırları, belki de tipinden veya geçici konumundan dolayı biraz komik kaçsa da, diğerinin bakışlarını hiç beğenmiyorum.

Peki, dönüşleri muhteşem olabilir mi? Hiç sanmıyorum; ne içeride ne de dışarıda…

Yorumlar kapalıdır.