Son durumlar..!
Seçim kampanyası, en azından propaganda ve vaatler açısından AKP’nin elinde, “yapamazlar, veremezler” söyleminin yanı sıra “dinden” başka pek bir şeyin kalmadığını gösteriyor. O eskinin şaşaalı ekonomik vaatlerinden eser yok; güçlü ekonomi ve ümmet üzerindeki hayali ideolojik önderlik temelinde parlatılan “büyük Türkiye” iddiası belli ki AKP için bile solup sararmış durumda! İktidar ve şefleri ve elbette her bir şeyin başı RTE, bu dünya ile ilgili vaatleri inandırıcılığını kaybettiğinden olacak ağırlığı “öbür tarafa” vermiş görünüyor. Muhalefeti “kâfirler-zerdüştler” söylemiyle karalama peşinde. Bu nedenle AKP’liler seçim kampanyalarını, bir çeşit aslına rücu olarak topluca “imam hatip” günlerine dönmüşçesine elde kuran, onu bunu suçlayan dini vaazlarla götürmeye çalışıyorlar. “Cumhurun Başı”nın Aziz Nesin’in “Zübük” tiplemesine benzediğini söyleyenler var! Etkili olur mu göreceğiz, ancak işlerin RTE için artık başka bir mecraya girdiği kesin. Belli ki onun için hiçbir şey eskisi kadar kolay olmayacak; kendine karşı çıkanlara etmediğini bırakmayacak olsa da…
Gazozun gazı!
Tabii, her şeyin bir sonu vardır. Bu kural, yine birinci parti olarak seçilme ihtimali yüksek görünse de AKP için bile geçerlidir. Yani “gazozun gazı” bu defa gerçekten kaçmış görünüyor. AKP söyleminin yavanlaşması, topluca “Vaay, Diyanet’i, imam hatipleri kapatacaklarmış..!” türü din-iman mevzularına sardırmaları bunun en büyük kanıtı. AKP, muhalefeti yine en iyi hırpalayabileceği dinsel-kültürel alana çekmeye çalışıyor. Ancak CHP bile artık bu zokayı yutmuyor. “Reis” başkan olabilmek, AKP tek başına iktidarını sürdürebilmek için Türk İslamcılığının, geleneksel milliyetçi-mukaddesatçı sağın bütün eski ve adi numaralarına ve de söylemine başvurmaktan çekinmiyor. Ancak bu taktik, sağlayabileceği kısmi faydaların yanı sıra bugün için biraz yavan, hatta “komik” görünse de, aslında yakın gelecekte ciddi tehlikeler içeriyor. Yani bu çizginin, Cumhurbaşkanı’nın zapt edilmez hırsları, gözükaralığı, elinde tuttuğu maddi imkânlar, telaş, panik ve öfkesi düşünüldüğünde bir zaman sonra “Aleviler Kuran’ı yırttı, komünistler camiyi kundakladı!” türü geçmiş zaman provokasyonlarına dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez. Üstelik Gezi dönemindeki “Kabataş” dahil provokasyon denemeleri ve de Kobani protestolarında, bir “özel harp” taktiği gereği ortaya sürülen ve/veya işleri kolaylaştırılan faşist ve İslamcı faşist güruhları düşündüğümüzde kullanılan dilin seçim dönemiyle sınırlı kalmayacağını söyleyebiliriz.
Vurgulanması gereken önemli bir husus da seçim sürecine ilişkin provokatif denemelerin sadece kullanılan tehlikeli dille sınırlı olmadığı. Hemen her yerde irili ufaklı faşist gruplar HDP seçim bürolarına ve standlarına saldırıyor. İşaretler, semboller ve sloganlar aynı; elbette polisin tavrı da aynı. Polis şefleri her yerde adeta eskortluk ederek HDP binalarının kapısına kadar getirdikleri veya orada karşıladıkları faşist güruhları, “Tamam çocuklar haklısınız, ancak artık dağılın, onlara bu kadar ders yeter!” babacanlığıyla “kontrol” ediyorlar. Büyük bir ihtimalle güruh şefleri emniyetle veya bazıları “kontra” unsurlarla doğrudan bağlantılı yerel mafyozlar, reisler, abiler. Belirli sınırlar içinde suç işleme serbestîsi karşılığında “devletlerine” istendiğinde hizmet vermeye hazırlar. Bu sistemli saldırıların Saray denetimindeki ilgili devlet birimlerince organize edildiğinden kuşku yok; Kürt siyasi hareketini ve HDP’yi karşılık vermeye zorluyorlar.
Türkiye’de faşist hareketin doğrudan devlet güdümünde olduğunu söylemek saçmalık olur, ancak bu hareketin veya hareketlerin devletin yasal, yarı yasal ve yasa dışı “güvenlik” birimleriyle geleneksel içli dışlılığını, karşılıklı fayda ilişkisini unutmamak şartıyla. Yani aralarında inkâr edilemez bir ideolojik, politik ve de organik ilişki var. (60’lardaki “komando kampları” buna iyi bir örnektir.) Geneline “Ergenekon” denilen Özel Harp Dairesi’ne bağlı bütün yurt sathına yayılmış ve her an silahlandırılabilecek şekilde eğitilip örgütlenmiş “sivil” güçlerin varlığı “Mısır’daki sağır sultanın” bile malûmu! Bu örgütlenmenin 60’lar, 70’ler boyunca Taksim Kanlı Pazarı dahil pek çok olayda sola karşı; Malatya, Maraş, Çorum ve en son 93’te Sivas’ta “Allahsız-komünist Alevilere” ve elbette “dinsizlere” karşı ve de son yirmi yıl boyunca Kürtlere ve onlarla özdeşleştirdikleri solculara karşı yaptığı kanlı saldırıları ve linç kampanyalarını herkes biliyor. Ortadoğu’daki gelişmelerin, Türkiye içinde de devam eden fay kırıklarını harekete geçirme kapasitesi, hükümetin ve Cumhurbaşkanı’nın mezhebî ve etnik konulardaki gerici ve “kumarbazca” tavırları ve yaşadıkları iktidar sorunları düşünüldüğünde, seçim dönemiyle ilişkili, kontrollü ve geçici gibi görülebilecek bir eylem ve söylem çizgisinin, kalıcı hale gelebileceği, halkın bir bölümünü “iç düşman” ve “millet” harici gören bir iç savaş rejiminin araçlarına dönüşebileceği ve kısa sürede kontrolden çıkarak AKP ve “Reisinin” bile başını yakabileceği unutulmamalıdır. “Başkan”ın başkanlık rejimine geçmeyi başarabildiği bir durumda, kaçınılmaz biçimde uygulamaya koyacağı “iç savaş rejimi”nin temel söyleminin Başkan’ın ve başkanlık hükümetinin ekonomik, sosyal ve siyasi başarıları, hatta o “çılgın projeleri” değil, doğrudan “vatan, millet ve de din düşmanlarına karşı mücadele” olması kaçınılmazdır. “Millet” kavramı RTE’nin dilinde epeydir Osmanlı’daki anlamında, yani “dini-mezhebi topluluk-cemaat” olarak kullanılıyor! O nedenle iktidarı elinde tutan şahsın, muvaffak olması halinde kurulacak “keyfi-anayasal” düzenin, dışarıda becerilememiş olsa da yurt içinde epeyce bir “Neo-Osmanlı” karakter taşıyacağı kesindir. Bu yolla taraftar kitlesinin sadece “konsolidasyonu” değil, militanlaştırılması da mümkün olacaktır.
Kürt sorunu var mı?
RTE, başbakan olarak katıldığı 2011 genel seçimlerinden önce de meydanlarda “Bu ülkede artık Kürt meselesi yoktur. Kürt kardeşlerimin meseleleri vardır. Kürt kardeşlerimi istismar edenler de vardır!” diye bağırmaktaydı. Aynı şeyi bugün de yapıyor. Bunun, kendisi açısından milliyetçiliğe göz kırpan bir seçim taktiği olduğu da söylenebilir, ancak öyle değil, RTE bu söylediklerinde samimi. Bakmayın “Güneydoğu’yu verecek, başkanlığı alacak!” türü ulusalcı-milliyetçi zırvalara, o da en az muarızları kadar Türkçü ve şoven milliyetçi; sadece bu işi “İslami usullerle” yapıyor! Kürt politikası, daha doğrusu geçmişte tanımladığı üzere “milli birlik projesi” adını verdiği çözüm belli. Kürt ulusal mücadelesini bugüne taşıyan güçleri tasfiye etmek, olmazsa diz çökmelerini sağlamak ve ardından kendi Kürtleri aracılığıyla bir nevi “çözüm!” Aslını ararsanız Kürt sorununun Kürtsüz çözümü!
Niyet bu olunca, insan “çözüm süreci”nin istikbalinden haliyle endişeye kapılıyor. Evet, gerek devletin gerekse Kürt siyasi hareketinin politik çıkarları gereği savaşı başlatan taraf olmak istemediğine dair yaygın bir kanı var. Yer yer masa altı taktik tekmeleşmeler olsa da Kürt tarafının bütün ısrarına rağmen henüz resmileşmeyen, “yarı-resmi” ve “hem var-hem yok” sürecin nereye varacağı, hatta bir yere varıp varmayacağı, daha ne kadar sürebileceği konusunda pek çok endişe var. Şimdilik “barış yanlılarının” tek güvencesi en azından ateşkesin sürdürülmek zorunda olduğu düşüncesi.
Peki gerçekte böyle bir “güvence” var mı veya tarafların politikaları, beklentileri, strateji ve taktikleri barış konusunda bir teminat oluşturuyor mu? Tarafların sonuna kadar çözüm yanlısı olacaklarının garantisi ne? Hadi,”Kim daha barışçı, kim daha samimi?” veya “Kürtlere demokratik özerklik” hakkı tanınmazsa neler olabilir mevzuuna girmeyelim. Ancak Cumhurbaşkanı’nın Kürt ulusal sorununu bir kez daha açıkça inkâr etmesini, Kürt muhataplarına karşı sürekli bir hakaret dili kullanmasını, hükümetin de taraf olduğu “Dolmabahçe Mutabakatı”nı tanımadığını ilan etmesini, eğer karşılıklı oturulan bir masa olursa devletin çökeceğini söylemesini ve seçim kampanyasına TSK’yı da dahil edip Ağrı-Diyadin tipi provokasyonlarla hem milliyetçi kitleleri “şehit cenazeleri” yoluyla harekete geçirmeye çalışmasını hem de PKK’yi savaşa kışkırtmasını nasıl açıklayacağız. Acaba sorun milliyetçi bir seçim taktiğinin sınırları içinde görülebilir mi; yoksa daha mı kapsamlı? Cumhurbaşkanı’nın “başkanlık” rejimi planları, (gerektiğinde) PKK ile bir savaşı, hatta bu savaşla iç içe geçmiş bir Suriye savaşını gerektiriyor olamaz mı? Kürt sorununda nasılsa istediği sonucu alamayacağını kestiren Erdoğan’ın masayı bu defa gerçekten devirip bölge çapında bir çatışmayı başlatmayacağını nereden biliyoruz. Bu, akıl ve mantık dışı bir “macera” mı olur; bize göre öyle, ancak bakalım O öyle mi düşünüyor?
İki güne savaş!
Hükümetin birkaç gün içinde Suriye’ye gireceği söylendiğinde, kimse “Yok artık!” diyemedi; tam bir “Olur mu olur!” veya “Ondan her şey beklenir!” durumu… Yani seçim öncesi her an olağanüstü
bir şeyler bekleniyor. Bilindiği gibi Türkiye, bir ucu İran’da, öbür ucu ABD’de olan “uluslararası karşı devrim cephesi”nin aktif bir üyesi. Bu cephenin ortak görevi, Suriye’deki mücadelenin devrimci damarını kesmek, çoğu silahsız kitlelerin devrimci direnişini sönümlendirmek. AKP iktidarının, Suriye devriminin, eşitlik-özgürlük-ekmek ve insan onuru talebiyle yürüyen gerçek halk hareketinin, İslamcı-tekfirci gericilikle Esad hanedanının neoliberal-polis rejimi arasında sıkıştırılarak nefes alamaz hale getirilmesinde çok önemli bir rolü var. Bütün gücüyle Suriye’deki burjuva-İslamcı gericiliği destekliyor. Türkiye solundaki en azından başlangıçta yaygın olan “Emperyalizm bizi savaşa itip kullanmak istiyor!” inancına rağmen Batı, Irak deneyiminin de etkisiyle Baaslı bir geçişi tercih edeceğini, o nedenle Türkiye’nin (ve Sünni blokçuların) biraz “yavaş olması” gerektiğini yeri geldikçe hatırlatıyor. İç ve dış müttefiklerini kızdırıp küstürmemek için her zaman açık etmese de ABD Esadlı bir geçişe bile eyvallah diyebileceğini hissettiriyor. Asıl önceliğinin “antiemperyalist” Esad rejimi değil IŞİD vb. örgütler olduğu biliniyor. Çünkü emperyalizm, kendisi için bölgedeki asıl tehlikenin, belirli pürüzleri olsa da gerektiğinde uzlaşabileceği Esad rejimi değil, kısmen devletleşme sürecine girmiş İslamcı kesimler olduğunun farkında.
Ancak Türkiye’nin durumu farklı, iki büyük dış politika dehasının, RTE ve Davutoğlu’nun dâhiyane bölge politikaları çökmüş durumda, Türkiye, bütün Ortadoğu-Arap dünyasında kaybetti. Dışişlerinin politika değişikliği imkânları aradığına dair bazı şayialar olsa da “Başkan”ın tükürdüğünü yalayacak bir şahıs olmadığı hesaba katıldığında en azından Suriye meselesinde silahlı bir hamleyle “başa dönmek” istediği, ancak ABD’nin kendi önceliklerini öne sürerek işi yokuşa sürdüğü, en azından rölantiye aldığı; bu nedenle hükümetin Suudiler ve Katar’la birlikte (Türkiye-Suudi anlaşmasından söz ediliyor.) Suriye’deki uzantılarına desteği artırarak son zamanlarda atağa kalkmaya çalıştığı ve bu durumdan savaşı harlandırarak, “güvenli bölge” adı altında bir müdahale imkânı sağlamaya çalıştığı çıplak gözle bile görülüyor. İran ve benzeri karşıt güçlerden gelecek tepkiler bir yana, Türkiye’nin doğrudan müdahalesinin yol açabileceği bir savaşın her şeyden önce Türkiye iç politikasını etkileyeceği, hatta iç politika öncelikli bir savaş olacağı rahatlıkla söylenebilir. Zaten şu sıralar böyle bir savaş, ancak RTE’nin adamlarıyla birlikte tertipleyeceği bir komplonun eseri olabilir. Böylesi kanlı bir komplonun bir numaralı amacının seçimleri etkilemek veya ertelemek, Kürt sorununu da başka bir mecraya sürükleyecek savaş halinin zorunlu kılacağı bir olağanüstü hal rejimiyle önce fiili, ardından da punduna getirip resmi başkanlığı tesis etmek olduğundan kuşku yok. Elbette neye niyet neye kısmet! Bu noktada “Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olma” kuralını ilgililere hatırlatmakta fayda var. Ancak bunu dinleyecek veya dinlese de Reis’e söz geçirebilecek ilgili nerede!? Baksanıza, MHP’li Meral Akşener’in iddiasına göre Başbakan, sağda solda Cumhurbaşkanı’nın “kafayı yediğini” söylüyormuş! Kısacası biz meseleyi siyasi ve kişisel akıl ve mantığımızın ölçüleri içinde değerlendirmeye çalışırken O, bambaşka boyutlara geçmiş olabilir!
Yakın geleceğe ilişkin tahminlerimizi, ancak geçmiş tecrübeler ve var olan eğilimler üzerinden yapabiliriz. Elbette hayat, farklı güç dengelerinin, iç ve dış dinamiklerin ve gelişmelerin etkisiyle farklı bir seyir izleyebilir. İktidardaki gücün niteliği ve devlet hafızası (ve de marifetleri) açısından bakıldığında “geçmişimiz geleceğimizin teminatıdır!” kuralı kendini farklı biçimlerde de olsa ortaya koyabilir. Söylenmek istenen en kısa sürede bizi korkunç ve kanlı bir geleceğin beklediği değildir. Hayat kesinlikle düz bir çizgi izlemez ve tarih de “tekerrür” etmez. Ancak, gevşemeye de gelmez. En azından o dilimizden düşürmediğimiz dünya krizinin kendini bütün sonuçlarıyla henüz ortaya koymadığını, Türkiye tipi ülkelerin krizinin de ancak şimdilerde asıl etkilerini göstermeye başladığını unutmamalıyız. Meselelerin, beklenenden daha hafif ve barışçı-uzlaşmacı yöntemlerle çözülebileceği, zamanın artık çok değiştiği, şimdi geçmiştekinde çok farklı bir dünyada yaşadığımız, günümüz dünya şartlarının bazı şeylere izin vermeyeceği türü “küreselleşme” kaynaklı iyimserliklere; borsa ve piyasalar türü güvencelere de bel bağlayamayız. Sözü edilen dünya çapındaki “farklılıklar” çok daha büyük, ancak henüz insanlık tarafından tecrübe edilmemiş tehlikeleri de gizliyor olabilir.
Seçimlerden sonra…
Genel beklentiye rağmen ortadaki alametler RTE’nin yeni anayasa ve başkanlık için yeterli oy çıkmasa da bu işin peşini kolay kolay bırakmayacağını gösteriyor. Bir süre için geri çekilse de, ilk fırsatta tekrardan hamle edeceğini, AKP’yi amaçlarına uygun biçimde yeniden şekillendirip örgütlemek için harekete geçeceğini, çok daha kolay kullanabileceği bir hükümet oluşturmak için gerekli parti içi tasfiyeleri yapacağını söyleyebiliriz. Bu durumda ordunun Cumhurbaşkanı ile ilişkisinin ne olacağı bugünden tam olarak kestirilemese de, doğrudan şahsına bağlı bir komuta heyeti oluşturamadığı takdirde, daha mesafeli olacağı açıktır. Bu durumda “Başkan” MİT, polis ve daha farklı tarzda örgütlenmiş ve varlığını doğrudan onun şahsına borçlu militan bir parti örgütlenmesi ile amaçlarına ulaşmayı deneyebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, “normal” bir politikacının profilini düşürmesi gereken bu tür tehlikeli durumlarda, RTE daha da saldırganlaşacaktır. Çünkü bir yandan kendisine diktatörlük yolunu açabilecek avantajları kaybederken, öte yandan geri dönülemez bir yola girmiştir. Kısacası kendisiyle daha çok işimiz vardır!
İktidarın istikbali ve burjuvazi
İktidarın istikbali konusuna gelince. Her şey ilk elde seçim sonuçlarına bağlı görünse de, herkes asıl filmin seçimlerden sonra başlayacağının farkında. Yeni hükümetlere veya koalisyonlara ilişkin bütün endişe ve tereddütlerine karşın büyük sermayenin, en azından belirleyici sektörlerinin doğrudan AKP yandaşı oldukları söylenemez. Onlar da seçim sonuçlarını en az bizim kadar heyecanla bekliyorlar. Muhtemelen tercihleri Tayyipsiz, ancak güçlü bir AKP yönünde olurdu, ancak böyle bir AKP’yi düşünmek hayalden ibaret. Büyük sermayenin şu anda başka bir alternatifi olmadığı fikri doğru değil. Unutmayalım, ayakta kaldığı sürece “burjuvazide çareler tükenmez!” O, bir sınıf olarak, bütün tarihsel tecrübesiyle, birtakım arızalara yol açsa da “Proleter olmayan her hükümetin nihayetinde kendisine hizmet etmek zorunda olduğunu bilir.” Bu bağlamda, burjuvazinin henüz ortada mülkiyetine karşı bir tehlike yokken, toplumu aşırı kutuplaştırıp geren ve görünür görünmez tehlike dinamiklerini harekete geçiren, ayrıca teamüllere aykırı davranışlarıyla dış politikada Batı ile ilişkileri riske atan, ABD ve AB ile “papaz” bir iktidardan, hele ki işler ekonomik olarak da iyi gitmemeye başlamışsa, öyle kayıtsız şartsız memnun olması mümkün değildir. Üstelik bu iktidar, ülkede kapitalist düzen içinde hâlâ egemen olan bazı sermaye gruplarını mülkiyetleri konusunda sürekli tehdit altında tutuyorsa ve de “hukuk tanımaz” bir tutum içindeyse, her daim “ürkek” sermayenin başka çareler araması kuvvetle muhtemeldir. Yani “mecburiyet” de bir yere kadardır! Yarını bilemeyiz, ama bugün Türkiye büyük burjuvazisinin herhangi bir kanadının RTE’nin bir an önce başkan olması ve mesela Suriye’ye saldırarak Ortadoğu pazarlarını kendilerine açması gibi acil ve zaptedilemez bir isteğinin olduğu söylenemez!
Bir partinin burjuva partisi olması, ona hizmet etmesi, sosyolojik bir soyutlamadır. Kimi solcularımızın zannettiğinin aksine bu ilişki, öyle işverenlerin günlük emir ve talimatlarıyla yürüyen düz bir çizgi izlemez. (Aynı emperyalizmle ilişkilerde olduğu gibi.) İlişkinin somut biçimi çok daha karmaşıktır. “Parti” eşittir “sınıf” olmadığı için (Aynı şey işçi sınıfı partileri için de geçerlidir.) bir burjuva partisi eylemi, söylemi, program ve politikaları ile burjuvazinin güvenini ve desteğini her defasında kazanmak ve en iyi alternatif olduğunu kanıtlamak zorundadır.
Bonapartist ihtimaller…
Sürecin gidişatında en kritik düğüm noktası önümüzdeki seçimin sonuçları olacaktır. Durum hâlâ seçim sonuçlarına bağlı olduğu sürece öyle “faşizm”den falan bahsetmenin bir anlamı yok. Bizde pek bilinmese de burjuva devleti içinde “demokrasi” ve “faşizm”in dışında öyle “en”lerle tanımlanamayacak farklı siyasi biçimler, rejimler vardır! Zaten bu memleket, bazı kısa ara dönemleri saymazsak cumhuriyetin kuruluşundan beri Bonapartist ve yarı-Bonapartist bir rejimle yönetilir. Müstakbel bir “faşizm” konusunda kimseye iyimser bir vaatte bulunamasak da Türkiye’deki bir başkanlık rejiminin tam bir Bonapartizme dönüşmesinin kaçınılmazlığından rahatlıkla söz edebiliriz. Tabii, o yola bir kere girildiğinde, ortaya çıkacak toplumsal direnişin ve “Başkan Baba”nın harekete geçirebileceği gerici güruhların yaratabileceği çatışma ortamının, başka hangi güçlere yolu açacağını, şimdiden kesin bir şey söyleyemesek de tahmin edebiliriz. “Memleketin kardeş kavgasına” düştüğü ve tam “uçurumun kenarına” geldiği durumlarda bazı “zinde güçler” bayrak gösterme veya doğrudan “silah teşhiri” yoluna gidebilir. Böyle bir durumda yerli ve yabancı büyük
sermayenin ve de “Batılı müttefiklerimizin” tavrı, “bir an önce demokrasiye dönülmesi şartıyla” mevzuun halledilmesi yönünde olacaktır. Neticede “piyasalar” dediğin nedir ki! Kısacası, eğer muvaffak olursa RTE’nin Bonapartizmi, ancak sonrasındaki “orijinal” Bonapartizmin giriş kapısı olacaktır!
Yarına ilişkin söylenenler, elbette genel eğilimler ve kimi tarihsel tecrübeler üzerinden yapılan tahminlerden başka bir şey değildir. Gidişatı kuşkusuz güç dengeleri ve bu dengelerin içinde oluştuğu iç ve dış şartlar belirleyecektir. Seçimler ve ardından ortaya çıkacak koşullar bu dengelerin belirlenmesinde önemli bir yer tutacaktır. Ancak şimdilik sadece “nesnel” koşullardan söz edebiliyoruz; öznel koşulların yaratılması ise ancak doğrudan devrimci sınıfsal bir faaliyetin sonucu olabilir.
Yorumlar kapalıdır.