Olur mu, olur!

“Independent”‘ın ünlü Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn, dengenin Esad rejimi lehine değişmesi ve Kürtlerin Türkiye sınırını ele geçirmesi nedeniyle Cumhurbaşkanı RTE’nin Suriye’ye askeri müdahalede bulunabileceğini yazmış. Yine aynı şekilde, bir Fransız Ortadoğu uzmanı (Gerard Challiand) “Eğer Türkiye’nin lideri Erdoğan olmasaydı, Türkler Suriye’ye askeri müdahale yapmaz derdim. Ancak lider Erdoğan olduğu için sanırım yapacaklar” demiş. Yani beklenti bu. Üstelik kimse de kalkıp, “Yok artık, o kadar da olmaz!” diyemiyor. Olur mu, olur! Ancak dikkat, Türkiye’nin savaşa girme ihtimaline yönelik bütün analizlerin odak noktasında RTE var! Bunun nedeni açık. Cumhurbaşkanı’nın siyasi savaşı, iyice çığırından çıkıp askeri biçimler almıştır. Başkanlık savaşının odak noktası Kürtlerle savaştır; hem içeride hem de dışarıda…

Nereden nereye!

Ortadoğu’ya yönelik “yumuşak güç” politikası çoktan sona erdi. Sadece böyle bir güce abartıldığı kadar sahip olunmadığından değil, aynı zamanda bu ülkeyi yönetenlerin, imam hatipten edinilmiş yarım yamalak din ve Arapça bilgisine ve de uyduruk bir Osmanlı “tarihçiliğine” dayalı cehaletleri sonucunda. Kendilerinden öncekileri aptal ve iş bilmez, işleri de kolay sandıkları için, birkaç haftaya Şam’da Emeviye Camii’nde namaz kılma hesapları yaparlarken, “stratejik derinliklerde” kaybolup Ortadoğu’nun en büyük kaybedeni olma yoluna girdiler. Eh “yumuşak güçle” olmuyorsa o zaman askeri güçle olur! Önce benzerleriyle iş tutmaya kalktılar. Ancak işler Müslüman Kardeşler’le yürümedi. Ardından Suriye’deki Esad despotluğuna başkaldıran devrimci halk hareketinin boğazına çöküp devrimin nefesini kesen selefi-cihatçıların eteğine yapıştılar. Körfezin petro-monarşileriyle hem işbirliğine, hem de masaların altından rekabete giriştiler. ABD’nin “güvenilir muhalefet” bulamaması nedeniyle çark etmesi ve de Rusya’nın topa girmesiyle iyice etkisizleşmeye başladılar. Sonrasında işi açık-örtülü torpillemeye ve bir Rus savaş uçağını düşürmeye vardıran provokasyonlara götürmeye yöneldiler. Öyle ki, Türkiye’ye yarımağızla destek veren NATO, kendisini Rusya ile karşı karşıya getirmeye yönelik bu provokasyonun farkında olduğu için Türkiye hava sahasını kontrol altına aldı! RTE, şimdi Rusların en son hava sahası ihlalinde olduğu gibi yine NATO kozunu oynamaya çalışıp Rusya’nın “NATO hava sahasını ihlal ettiğini” söylüyor. Neymiş; memleket gökleri, aslında “NATO hava sahası”ymış; hem de “başkanlık” ve “anayasa” dahil her şeyin “yerli ve milli” hale getirileceğinin beyan edilip karşı duranların “gayrımilli” ilan edildiği bir dönemde.

Ancak bu provokasyon ve savaş politikasının gökyüzüyle sınırlı kalmayıp yeryüzüne de sirayet etme ihtimali büyük. Aynı -eğer böyle giderse- içeriyle sınırlı kalamayacağı gibi. Bu durumda öncelikli hedef, eğer istediklerini alamayacaklarını anlarlarsa, Cenevre’deki, zaten ayakları sallanan masayı devirmek veya birilerine devirtmek, aynı Dolmabahçe’de olduğu gibi! Ardından da Kürtlerin “Fırat’ın batısına geçtikleri” ve de “sınırı ele geçirdikleri” gerekçesiyle açık bir müdahale ve savaş… Olur mu, olur! Evet, şartları, neticeleri bir yana dünya âlemin RTE’den beklediği artık bir savaş çılgınlığıdır. “Sıfır sorundan”, “yumuşak güçten” gelinen yer burasıdır. Üstelik sınırın öte tarafında yok yoktu! İş o raddeye gelir mi, bilemeyiz, ancak gazeteler artık, kısa bir zaman önce ancak “fantastik” bir konu olan “Türk-Rus savaşı” ihtimalinden söz ediyorlar…

Önce bu taraf…

İşe önce içeriden başlandı; elbette Kürtlerden! şehirlerde, mahalle aralarında, hendekler-barikatlar gerekçesiyle tank ve topların kullanıldığı gerçek bir savaş başlatıldı. Çünkü Kürt milli meselesi, milli çatışma ve provokasyon dünyamızın ve de her türlü iktidar oyunumuzun “sihirli değneği” veya “İsviçre çakısı”dır; yani, her işe yarar.

Nasıl olmasın. Muktedirler, kısa vadeli doğrudan çıkarlarını çok iyi ayırt edebilen o yarı cahil kurnazlıklarıyla ve elbette rahmetli Sülün Osman dahil bu memlekette iş tutan her “uyanığın” iyi bildiği usullerle siyaset yapıyorlar: Nasıl ki “devletine ve ülkesine bağlı vatandaşlar”, polis telsizi efektli tek bir telefon görüşmesiyle ve de “terör” korkusuyla varlarını yoklarını dolandırıcılara teslim ediyorlarsa, yine o vatandaşların çoğu, mevzubahis Kürtlerse geri kalan her şeyi teferruat haline getirmeye hazırdırlar nasıl olsa. Savaşın başlatılabilmesinin, gayrı milli ve vatan haini ilan edilmiş “malûm” çevreler dışında gerçek bir itirazla karşılaşmamış olmasının ve aylardır sürdürülebilmesinin altında bu gerçek yatıyor. Saray bu sayede burnundan tuttuğu muhalif muvafık herkesi istediği her yere sürükleyebileceğini hesap ediyor; haksız da sayılmaz. Evet, Kürt sorunu iktidarın “İsviçre çakısı”dır. Onunla hemen hemen her şeyi yapabilirsiniz. Mesela Kürtlerle barışarak liberallerin, sol liberallerin; savaşarak ulusalcı, faşist bütün milliyetçilerin bazen “eleştirel” veya pasif de olsa desteğini almak mümkündür. Her iki taraf da Kürtler üzerinden, duruma göre, farklı zamanlarda, ayrı ayrı kullanılabilir.

Aynı şey başta güvenlik bürokrasisi ve yargı, devlet için de geçerlidir. Ordunun, bir dönemki, “iktidarın PKK ve Kürtlerle anlaşıp memleketi böleceğine” ilişkin kuşkuları, savaşın başlamasıyla iyice dağılmıştır. Tabii, cümle milliyetçi kamuoyumuzun da. Elbette, “çözüm sürecinde şehirlerin silah deposu haline getirilmesine” yönelik bir takım sitem ve eleştiriler vardır, ama bunlar artık geride kalmıştır. Sadece devlet AKP’lileşmemiş, AKP de devletleşmiştir. Yani, ağırlık haliyle devletlûlaşma” yönünde olsa da karşılıklı bir terbiye etme hali söz konusudur. En azından işler, devletin zararına çığırından çıkmadığı sürece “paşamın” bir itirazı olmaz!

Savaşa devam!

Savaş devam edecektir, çünkü kazandırmaktadır. Tek başına iktidarın kapılarını o açmıştır, kısmetse bütün engelleri temizleyerek başkanlığı getirecek olan da odur. İnanmayan 7 Haziran’dan bugüne olanlara bakar. Vurdukça kazanıyorsan savaşı neden durdurasın ki? Üstelik Kürdü öldürmekle kalmayıp Fırat’ın bu yanındakini de adım adım susturmanı sağlayacaksa…

Kısacası RTE’nin var olduğunu inkâr etmesine rağmen dört elle sarıldığı Kürt meselesi, hem bir iç savaşın, hem de bir dış savaşın bahanesi, aracı ve de nedeni olarak kanlı canlı bir gerçektir… Aynı şekilde, Türkiye ve Suriye (Kuzey ve Batı) Kürtleri arasındaki organik bütünlük, iktidarın Kürt politikası açısından da geçerlidir. Bu “organik” savaş, netice itibariyle sınırın o tarafı veya bu tarafı ile sınırlı kalamaz. Zaten PYD ve YPG de PKK’nin “uzantısı” ve de aynı onun gibi “teröristtir!” Memleketin güney sınırlarının Kürtler tarafından tamamen kapatılmasına, kesintisiz bir Kürt devletleşmesine ve de Ortadoğu-Arap dünyasıyla karayolu irtibatının kesilmesine izin verilemez… Yani her şey son derece anlaşılır bir mantık silsilesi içinde ilerlemektedir.

Ancak…

Ancak yine de bir tuhaflık vardır. Bu yaşananlar aslında Türkiye için bile “anormaldir!” Arada bir öyle paşaların savaşçı bir takım hamlelere, dış müdahalelere karşı çıktığına dair söylentiler gelse de, en azından yaklaşık 90 yıl boyunca epeyce ihtiyatlı bir yol izlemiş olan devletimizin, orası burası birilerinin eline geçmiş olsa da, bu derece uyumlu ve itaatkâr olmasını, mevzubahis Kürtler olsa da anlamak biraz zordur! İktidardakilerin işleri nerelere götürebileceği, her şeyi nasıl altüst edebileceği düşünüldüğünde insanın aklına kötü şeyler gelmiyor değil. Yoksa birileri, şartlar olgunlaştığında yine “kardeş kavgasını engellemek için” memleketi kurtarmaya mı niyetleniyor. “İyi saatte olsunlar” RTE’nin bir nevi Bonapartizm heveslerini, “O öyle olmaz böyle olur!” diyerek boğazına mı tıkmak istiyor. Bilemeyiz, ancak Doğu Perinçek’i dikkatle izlemekte yarar var; malûm, devlet adına hükümeti desteklemeye, gaz vermeye başladı! Saray, devleti artık ele geçirdiğini düşünse de aslında “bilinmeyen sulara” girilmiştir; Bülent Arınç ve benzerlerinin endişesi bundandır…

Yazının başına dönersek… Cockburn, yazısında Suriye’deki durumu kastederek “Erdoğan yenilgidense müdahaleyi seçebilir” diyor. Doğru, 7 Haziran’ın ardından içerdeki savaşı başlatan, işi tamamına erdirmek için her şeyi yapabilir. Yaşanan ve yaşanacak her şey, bir dış müdahale de dahil başkanlık ve mutlak iktidar mücadelesinin parçasıdır. Ancak iktidar mücadelelerinin diyalektiği, yenilgiyi ve iktidar kaybını da ihtimal dahiline getirir. Savaşlar sadece kazanılmaz, kaybedilir de…

Bu savaşı kazanmak zorundayız. Unutulmasın, bu memlekette “başkanlık rejimi” bir “iç savaş rejimi”nden başka bir şey olmayacaktır; elbette her daim bir dış savaş tehlikesinin gölgesinde…

Yorumlar kapalıdır.