Patronlar evden çalıştırmayı niye sevdi?
Koronavirüs salgını tehdidine rağmen, zorunlu olmayan pek çok alanda üretime ve çalışmaya devam ediliyor. Her gün yüz binlerce işçi salgın koşullarında toplu taşımaya binerek, çalışma arkadaşıyla dirsek mesafesi dahi bırakamadan yaşam hakkı tehdit altındayken çalışmak zorunda bırakılıyor. İşçiler OHAL koşullarında çalışıyor desek abartmış olmayız.
Kamuda ve özel sektörde çalışan öğretmenler, masa başı idari işler yapan büro işçileri gibi “şanslı azınlıklar” ise bu süreçte evden çalışma “imkânına” sahip oldu. Aynı ücreti almaya devam edebilen işçiler için salgın süresince evden çalışabilmek önemli bir imkân gerçekten de. Zira salgın koşullarında evden çalışmak; gün içinde onlarca insanla temas etmemek, mesai bitiminde yoğun trafiğin ardından yorgun bir şekilde eve dönüp üstünü başını yıkayıp dezenfekte etmek zorunda olmamak anlamına geliyor ve gerçekten de dışarıda çalışanların sahip olmadığı bir imkân. Yine de burada asıl imkânlardan kimin faydalandığına yakından bakmak gerekiyor.
“Dans ederek gitmediğiniz işi bırakın” demiş bir patron atasözü! Patronlar dünyasından bakılırsa işini tutkuyla seveceksin, her sabah erkenden işinin başına geçeceksin, işinin başında durmayan hiç kimse kariyerinde başarıyı yakalayamaz! Patronların ideolojisini makyajlayan tüm bu parlak laflara rağmen patronlar da evden çalışma modelini sevmiş durumda. Salgın sonrası yeni dönemde “yeni normal”in evden çalışma modelleri olduğu televizyonlarda konuşuluyor. Hatta sadece işyerleri değil, üniversite rektörleri bile artık büyük kampüslerde öğrencileri yan yana getirmeye gerek görmediklerini, yeni dönemde evden öğretim modelini karma şekilde hayata geçireceklerini söylüyorlar.
Bu yeni modelin öğle yemeğini, yol parasını karşılayan işverenlerin maliyetini ciddi ölçüde azalttığı ortada. Nihayetinde evden çalışma söz konusu olduğunda ofislerin temizlik, güvenlik, yiyecek-içecek maliyetleri ortadan kalkıyor. Birçok işçi kendisini bekleyen onlarca işin yanında yöneticisini gerçekten çalıştığına ikna etmek için bilgisayarın başından bile kalkmıyor, işsiz kalma korkusuyla saatin kaç olduğuna bakmadan kendisine gelen işleri yetiştirerek fazla mesai yapıyor ve gün içinde uzun süren anlamsız video görüşmelerine maruz kalıyor.
Salgın süresince evden çalışan bir öğretmen kendi durumunu şöyle açıklıyor: “Eğitimci ve emekçiler olarak zaten güvencemiz yoktu; bu süreçle birlikte kısıtlı olan özgürlük alanımız ve çalışma saati düzenimiz de hepten kayboldu. İşverenin ve idarecilerin evcil hayvanı gibiyiz şu an.”
“Ya siz de amma abarttınız, patron 3 kuruşluk çayın, kahvenin peşine mi düşecek yahu?” diyenler olabilir. Ancak bu durumu basit bir maliyet hesabı gibi görmemek gerekiyor. Bu değişikliği patronlar için çay-kahve tasarrufundan ziyade yeni bir çalışma rejiminin ilk sinyalleri olarak okumak gerekiyor.
Bordrolarda yemek, yol, sağlık sigortası gibi yan hakların yer almadığı, yıllardır hayata geçirilmeye çalışılan esnek çalışma saatlerinin mümkün hale geldiği yeni bir çalışma rejimi! Katı mesai saatleri yok, iş oldukça iş var, iş yoksa mesai de yok, ücret de yok, işçi sağlığı ve güvenliği gibi bir olay hiç yok. Daha da avantalısı bu koşullara itiraz eden de yok! Zaten birbirini görmeyen, yan yana gelip dertleşemeyen işçilerin salgın koşullarında birbirlerinden güç alıp örgütlenme, iş bırakma ihtimalleri de oldukça kısıtlı. Sendikalar işyerlerine bile giremezken, evlerde çalışan işçilere nasıl ulaşacak? Bu durum elbette ki bir patronun ağzını sulandıracak ve kendine hızlıca yeni atasözleri icat edecektir. İşverenlerin her durum için bir planı var, peki ya biz işçilerin?
Yorumlar kapalıdır.