Eylül 2020, Türk lirasının (TL) dolar ve avro karşısında en değersiz noktaya ulaştığı ay oldu. TL’nin değersizleşmesinin çok ciddi sonuçları var. Birileri “Dolarla mı alışveriş yapıyorsunuz?” diye soruyor. Bunun cevabı kesinlikle evet, neredeyse her şeyi dolarla alıyoruz. Fakat dövizin yükselmesi sadece aldığımız ürünlerin fiyatlarını etkilemiyor; uluslararası üretim ve ticaret kapsamında işçi ücretlerini de doğrudan etkiliyor. Şu anda, her geçen gün Türkiye’deki işçilerin ücretleri dünya parası (dolar) cinsinden dünyadaki ortalama emek gücü değerinin altına düşüyor. Dolayısıyla sadece işçilerin ceplerindeki para erimiyor. Verdikleri emeğin değeri de eriyor. Böyle olunca Türkiye’de işçi sınıfının ucuz işçi cenneti olarak dünya sermayesinin “hizmetine sunulmasının” önü açılmış oluyor. Ekonomi Bakanı’nın TL’nin durumu hakkında “para birimimiz rekâbetçileşiyor” dediği şey tam olarak bu. Böylece sermaye için dışarıdan yatırım alan bir ülkeye dönüşebilirmişiz.
Bu argüman da gösteriyor ki, iktidar nezdinde ülkenin ekonomik düzlüğe çıkmasının tek yolu işçi sınıfının daha çok sömürülmesinden geçiyor. Bu zor günlerde bile işçilerin ve tüm emekçilerin en acil sorunlarını çözmekten aciz bir iktidarın aklındaki tek program, sermayenin kurtarılması ve tüm zararın emekçilere yıkılması üzerine kurulu. Para biriminin değersizleşmesini bile ihracatçıların kârlarının, turizmin ve dış yatırımların artacağı umuduyla karşılayan bu yönetim, maskesinin düştüğünün artık farkında. Bu nedenle gösterişli hamleler yapmak zorunda; “müjdelere” ve “zaferlere” ihtiyacı var. Ama hiçbiri gerçek değil. Ayasofya, doğalgaz keşfi gibi “müjdelerle” kimseyi heyecanlandıramayan, Libya’da ve Doğu Akdeniz’de vaat ettiği zaferlere ulaşamayan iktidar, son olarak da zaten açılmış ve yıllardan beri çalışmakta olan 300 fabrikayı yeniden “açtı”. Devletin yapmadığı köprülerin, yolların, hastanelerin ve fabrikaların bizzat devletin en üst düzeyden temsilcileri eliyle açılması, rejimin ihtiyaç duyduğu “müjde” ve “zaferlerle” bağlantılı. Ekonomi iyileştirilemiyor, dış politikada istenen hiçbir şey elde edilemiyor, kurgulanmış “müjdeler” ve “zaferler” istenilen karşılığı bulamıyor. İşte ülke bu ortamda büyük bir devalüasyon ve borç krizine doğru ilerliyor.
Devalüasyon sarmalı
TL bu kadar değersizken bile ithalatımız ihracatımızdan çok daha yüksek seviyelerde. Sadece TL’nin durumu da değil, üzerine yıl sonuna kadar artırılmış gümrük vergileri de cabası… Buna rağmen ithalat durdurulamıyor. Çünkü 1947’den beri hükümetlerin ekonomi politikası tamamen dışarıdan gelecek ara mamul mallara ve teknolojiye dayalı işliyor. Bu elbette sadece AKP döneminde başlamadı. Fakat AKP iktidarları bu politikada ısrar ederek ülkeyi daha da dışa bağımlı hale getirdiler. Böylece ülke ancak ekonomisi küçüldüğünde cari fazla verebiliyor. Son 18 yılda cari açık ortalamamız her sene 31 milyar dolar civarında idi. Bir yıllık dış borcun 176 milyar dolar olduğunu da hesaba katarsak kabaca bir yılda 200 milyar dolar bulmamız gerektiği söylenebilir.
Ekonomik küçülmeye rağmen (resmi olarak 2. çeyrek eksi %9,9) yüksek enflasyon devam ediyor. Buna, yüksek döviz, yüksek işsizlik ve yüksek borçluluğu da artık ekleyebiliriz. Doları düşük tutma pahasına Merkez Bankası’nın rezervleri tüketmesinin ve kamu bankalarının döviz açıklarının artmasının faturasının halka yıkılacağını aylar öncesinden söylemiştik. Bu fatura kesilmeye başlandı. 2011 ve 2017 arası döviz ile iç borçlanmaya gitmeyen hazine sadece ağustos ayında 9 milyar dolar içeriden borçlandı. Buradan kamu bankalarının döviz açıklarını hazinenin üstlendiğini anlıyoruz. Ağustostan eylül sonuna dolardaki her 1 kuruşluk yükselmenin hazineye maliyetinin 83,6 milyon lira daha fazla olduğunu da hesaba katacak olursak, doların bir aylık yükselişi karşısında hazinenin üstlendiği iç borçta 2 milyar 900 milyon TL’lik bir artış oldu.
Görünen o ki patronların ödemekte güçlük çektiği dolar cinsinden borçlarının da emekçilere peyderpey yıkılması planlanıyor. Faizin artmasıyla kredi mekanizmasındaki hızlı duruş tüketimi yavaşlatacak ve işsizliği daha da artıracaktır. Yüksek borçluluğun da buna eklenmesiyle işçi sınıfının çetin geçecek bir kışa hazırlanması gerek.
Türkiye borçlarını ödeyemeyerek temerrüde düşse bile emperyalizmle masaya oturulur ve borç yapılandırılmasına gidilerek süreç yeniden işler ve maliyet işçi sınıfına yazılır. Dolayısıyla dış borç ödemelerinin durdurulması ve hane halkı borçlarının iptali taleplerini hiç olmadığı kadar yükseltmemiz gerekiyor. İktidar ülkeyi ipotek altına alarak zararı gelecek kuşaklara yıkmayı çoktan göz almış durumda. Bile bile dövizle borçlanan, bile bile hazine garantileriyle sermayeyi besleyenler bu enkazın sorumluluğunu emekçilerin üzerine yıkamaz. Acil kamulaştırma ve dış borç ödemelerinin durdurulmasıyla merkezi ve planlı ekonomik bir sistem dışında serbest piyasa altında bir çözüm ufukta gözükmüyor.
Yorumlar kapalıdır.