Ekonomik kriz artarken, zenginlerin yükselişi
Ekonomik kriz, deprem, salgın gibi büyük felaketlerde ilk fırsatta dile getirilen bazı söylemler var: “Aynı gemideyiz”, “Biz bir aileyiz” ,“Virüs zengin, yoksul ayırt etmiyor”. Bu lafların hiçbirinin gerçekliği yansıtmadığını görmek çok zor değil belki ama bu lafların neden ısıtılıp ısıtılıp işçi ve emekçilerin önüne getirildiğinin üzerinde durmak gerekir.
Covid-19 dünya ekonomisinde ciddi bir ekonomik daralmaya neden oldu. Öyle ki 2018’den beri süren dünya ekonomik krizinin pandemiyle daha da kangrenleştiğini söyleyebiliriz. The Economist dergisine konuşan büyük bankalar ekonominin toparlanması için 2021-2022’yi tarih olarak gösteriyor. Üstelik toparlanmadan kasıtları büyümeden ziyade ekonominin Covid-19 öncesi duruma gelmesi. Bununla birlikte Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre 2020’nin ilk 9 ayında çalışanların geliri bir önceki yılın aynı döneminde göre 3,5 trilyon dolar yani yüzde 10,7 azaldı. Örgüt 2020’nin son 3 ayı konusunda “dikkat daha kötüleşebilir” uyarısı yapıyor…
Pandeminin giderek arttığı şu süreçte, “daha ne kadar kötüleşebilir ki?” diye sormadan edemiyoruz. Türkiye özelinde konuşacak olursak gerçek işsizliğin yüzde 40’lara dayandığı, milyonlarca insanın umudunu kaybedip iş aramadığı, yükselen kur ve enflasyonun etkisiyle alım gücünün dramatik biçimde düştüğü, üstelik “dolara bakmayan” bir ekonomi yönetimi ve “rakamlara aldırmayan” bir salgın yönetimi ile karşı karşıyayken… Kısacası izlenen politika herkesin kendi başının çaresine bakması. Bu işsizler için de, salgınla boğuşan sağlık emekçileri için de, pandemi tehdidi altında kötü koşullarda çalışmaya zorlananlar milyonlar için de geçerli.
Pandemi nedeniyle havacılık, ulaştırma, küresel tedarik ve ticaret, turizm gibi sektörlerin küçülmeye başlaması, talebin durması elbette bu olumsuz tablo karşısında bir neden olarak gösterilebilir. Hal böyle olunca, yani “çarklar dönmeyince işçi ve emekçiler bundan nasıl pay alabilir?” denilebilir, deniyor da. Peki madalyonun diğer yüzüne bakalım. Bir haber şunu söylüyor: “Pandemi döneminde dünya ekonomisi modern tarihin en büyük krizini yaşarken, süper zenginler ve süper zenginlerin paralarını yöneten İsviçre bankaları servetlerini ve gelirlerini katladı”. Haberin detayına bakıldığında, özel bankacılık hizmeti veren İsviçre bankalarının kârlarını yüzde 100’e katladıkları belirtiliyor.
Dünya çapında salgınla birlikte hane halkı gelirleri düşerken, zenginlerin servetlerini katladığı bir tablo söz konusu. Örneğin ABD’de salgında hanehalkı geliri yüzde 5,6 düşerken, Elon Musk servetini 3’e katladı, ABD’nin en zengin 12 kişisi servetlerini bu süreçte yüzde 40 arttırdı. Sadece dünyada değil, Türkiye’de de durum benzer: BDDK tarafından ağustos ayına ilişkin Türk Bankacılık Sektörüne dair yayımlanan rapora göre, bankacılık sektörünün kârı bu sene yüzde 30 artarak 42 milyar 949 milyon liraya ulaşmış. Yine aynı kurumun başka verilerine bakıldığında, banka mevduatlarına göre son 8 ayda milyoner sayısı 69 bin kişi artmış.
Türkiye’nin halihazırda milli geliri 4 trilyon civarında ve bu gelirin yüzde 42,5’i, toplumun sadece yüzde 1’lik bir kesiminin elinde toplanmış durumda. Ve bu kesimler pandemi koşullarında dahi gelirlerini arttırmaya devam ediyor. Bu, kapitalist anarşiden başka bir şey değil!
Hem elde edilen gelirin bir avuç zenginin elinde kalmayıp toplumun geniş kesimlerine ulaşmasını sağlamanın, hem de kaynakların keyfi bir biçimde yağmalanmasını engellemenin bir yolu, en zengin yüzde 10’luk kesime servet vergisinin uygulanmasıdır.
Türkiye özelinde konuşacak olursak, bu kesime getirilecek yüzde 20’lik bir servet vergisi, yaklaşık 700 milyar liralık bir kaynak yaratacaktır. Bu miktar, 30 milyon kez asgari ücret demektir.
Böylece hem asgari ücret yukarı çekilebilir, hem de çalışma saatleri 6 saate indirilerek kurulacak ek vardiyalara işsizler yerleştirilebilir. Yani, ülkedeki tüm işler çalışabilen nüfus arasında paylaştırılmış olur.
İstihdamdaki bu artışın toplumun geneline yayılması salgının yarattığı yıkımı da büyük ölçüde geriletecektir. Yaratılacak yeni kaynaklarla da hem yeni iş alanları açılabilir hem de sağlık, eğitim, ulaşım gibi kamu hizmetleri daha etkin hale getirilebilir. Yani, çözüm var. Ancak sorun şu ki, işçi ve emekçi sınıfların bu tür planlı uygulamaların hangi tür iktidar tarafından hayata geçirilebileceğine karar vermesi gerekiyor. Patron partileri mi, yoksa bir işçi-emekçi hükümeti mi?
Yorumlar kapalıdır.