Deprem vergisini kim istedi, ne için kullandı?

30 Ekim günü gerçekleşen ve yüzü aşkın insanımızın ölüp bini aşkın insanımızın yaralandığı İzmir depreminin acıları hâlâ taze. Ancak maalesef yaralarımızın sarıldığı tedbirlerin alınmakta olduğunu ifade edemiyoruz.

Türkiye nüfusunun ezici bir çoğunluğu (kimilerine göre bu oran yüzde 90) depremden birinci derecede etkilenebilecek yerlerde yaşıyor. Maalesef hemen her yıl can kayıplarının olduğu depremler yaşanıyor.

Kandilli Rasathanesi’nin “İstanbul İli Olası Deprem Kayıp Tahminlerinin Güncellenmesi Raporu” (2019) sıkıştırılmış bir Türkiye olan İstanbul’u ele alıyor. “Binaların ortalama %26’sının hafif, %13’ünün orta, %3’ünün ağır ve %1’inin çok ağır hasar” göreceğini öngören rapora kulak verirsek ağır, çok ağır ve orta derecede hasar gören binaların toplam sayısı yaklaşık 194 bin. Tüm senaryolar içerisinde en kötümseri 771 bin 860, en iyimseri ise 117 bin 206 binanın bu düzeylerde hasar göreceğini söylüyor. Bunun yansıması olarak gece gerçekleşen bir depremin 4104 ile 206 bin 148 arasında can kaybına mal olabileceği tahmin edilirken derdimiz bununla kısıtlı kalmıyor. 2.260 ila 121.675 ağır yaralı, 12 bin 965 ila 516 bin 613 hastanede tedavi ihtiyacı olan insan ve bunlara da ek olarak 241 bin 956 ile 839 bin 495 arasında hafif yaralı öngörülüyor.

Bitti mi? Bitmedi. Esas problem bundan sonra başlıyor: “İGDAŞ boru hatlarında, kent çapında 355 noktada, İSKİ içme suyu şebekesinde 463 noktada, atık su şebekesinde ise 1.045 noktada onarım ihtiyacının oluşabileceği, trafoların yüzde 31 kadarının orta ve üstü seviyede hasar alacağı” ifade ediliyor. Bu arızaları insanların suya erişiminde zorluk ve atık sudan kaynaklı salgın hastalık riskleri olarak okuyabilir, azımsanmayacak bir kısmın enerjisiz kalacağını söyleyebiliriz.

Tehlike büyük, çok yönlü ve gerçek. Felaketler Türkiye’nin sadece patronlar için yönetildiğini, meselenin can değil kâr olduğunu gösteriyor. Malum, krizi fırsata çevirmekte üstlerine yok. 1999 Adapazarı depreminin hemen ardından deprem vergisi planlaması yapılmış ancak tepkiden ötürü vazgeçilmişti. Aynı yıl 12 Kasım’da gerçekleşen Düzce depremi bir fırsat bilindi ve deprem vergisi yürürlüğe girdi. Toplanan paraların deprem için kullanılmadığı hepimizin malumu. Ancak çoğumuzun sandığının aksine bu vergi fikri “yerli ve milli” değildi. Özetle; IMF Türkiye’ye yerli ve yabancı patronlara kaynak oluşturulması için bir deprem vergisi öneriyor. Bunun hayata geçirilmesinin ardından önce bir, sonra da beş yıllık uzatmalarla bu vergi hayatımızda kalmayı sürdürüyor. Son olarak 2003 yılında AKP hükümeti tarafından kalıcı bir hale getiriliyor. Serüveni en güzel özetleyen yazar Çiğdem Toker’in dönemin maliye bakanı Unakıtan’dan aldığı yanıta kulak verelim: “Milleti aldatmanın âlemi yok. Vergiyi getirirken bir gerekçe aranmış. Deprem vergisi denmiş. Bütçe açığını kapatmak için konulmuş. Bugüne kadar depremzedeye mi gitmiş? Yıllardır topluyorsun vergileri vazgeçemiyorsun da. (…) Kimse kimseyi kandırmasın.”

Dönemin AKP’lileri daha açık sözlüymüş. Bugün deprem vergileri sorulduğunda Cahit Özkan (AKP Grup Başkan Vekili) toplanan deprem vergisinin sekiz katının deprem için harcandığını ifade eden bir tweet attı! Her şey apaçık ortadayken bunu nasıl mı yapabiliyor? Çünkü hiçbir şey şeffaf değil ve Türkiye’de toplanan verginin amacı için kullanılma zorunluluğu yok. Deprem vergisi doğrudan hazineye intikal ediyor. Bir başka problemli yön, afet durumunda yapılan harcamaların izini sürmenin de mümkün olmayışı. Deprem bölgesinde yapılan herhangi bir harcamanın (mesela inşası devam eden bir yol ya da cami) deprem sebebi ile yapılan bir harcama olarak gösterilmesinin önünde hiçbir engel yok. Pandemi sürecinde hasta-vaka-semptomlu derken denetleme ve şeffaflık olmadıkça sayıların işlerine geldiği gibi düzenlenebildiğini görüyoruz. AKP sözcüsünün “8 katı” işte bu hesap.

Deprem vergisi hazinedeki açığı kapatmak için koyulmuş ve kalıcılaşmıştı. Hazine niçin açık vermişti? Yerli ve yabancı patronlara teşvikler verdiği için. Deprem vergilerimiz nerede mi? Hükümetten teşvik alan bu patronların banka hesaplarında!

Herman Melville adlı büyük bir Amerikan yazarı Moby Dick (Beyaz Balina) romanında Nuh Tufanı’nın tamamen bitmediğini, çünkü dünyanın üçte ikisinin hâlâ sular altında olduğunu söylüyor. Roman, balina avcılığı yapan bir geminin hikâyesini anlatırken aslında bizlerin dünyasından bahsediyor. Nuh Tufanı’nın kalıntılarını yaşayan gemiciler gibi biz işçi-emekçilerin kıyameti de bir türlü bitmek bilmiyor. Neyse ki bizim kıyametimiz romanlardakinden daha belirgin ve doğrudan. Bizim kıyametimizin ismi patron düzeni olan kapitalizm; cismi ise demokrasiyle, şeffaflıkla, denetlenebilirlikle hiçbir ilişkisi olmayan bu rejim. Çaresi de bunlardan kopmak ve emekçinin şeffaf ve denetlenebilir bir sistemini kurmak.

Yorumlar kapalıdır.