Pudra, pudra şekeri, kokain ve pandemi ile mücadele!

Fikrine güvendiğim insanlar malum “pudra şekeri” konusunda yapılan esprilere soğuk bakıp işin şakaya gelir yanı olmadığına dair uyarılar yapıyorlar. Muhtemelen haklı oldukları için hiç şaka yapmayacağım. Yine de konuya dair bir karikatür arayan varsa Aslı Alpar’ın sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz çizgilerine bakabilirler. Dünyanın en meziyetli çizerlerinin yetiştiği ülkede karikatürlerin güldürmekten çok içimizi acıtması hakkındaki yorumu da başka bir başlık olarak size bırakıyorum.

Kimsenin tanımadığı ve sansasyon olmasaydı muhtemelen de tanımayacağı sıradan bir AKP çalışanının lüks bir araç içerisinde kokain kullanırken çekilen görüntülerinin yayınlanmasıyla olaylar başladı. Önce pudra şekeri çektiğini söyledi ve serbest bırakıldı. Artan tepkiler sonucu yeniden gözaltına alındığında bu kez yaptığını itiraf etti.

Konunun bir hayli cahiliyim. Kokain hakkındaki bilgilerim çocukluğumda izlediğim Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Komiser Cemil[1] filmleri, sonrasında izlediğim Martin Scorsese filmleri ve nihayetinde Narcos dizisi ile sınırlı. O sebeple üzerine çok ahkam kesemem ama Google’da aratıldığında bu ürünün gram fiyatının altının gram fiyatından 4,2 kat daha fazla olduğu bilgisine ulaşılabiliyor. Yani basit bir AKP çalışanı lüks bir araç içerisinde arkadaşları ile beraber bir iki nefeste bir asgari ücreti “çekebiliyorlar”.

Başta içişleri bakanı Süleyman Soylu olmak üzere pek çok AKP’li ise sorunun siyasileştirilmemesi gerektiğini, sorumluluğun AKP’de olmadığını iddia ediyorlar. Peki bu doğru olabilir mi?

Toplumdaki her türlü yozlaşma, aşınma ve sorundan hükümetler sorumlu tutulabilir ve hatta hükümetler birinci dereceden sorumlular olarak gösterilmelidir de. Daha basit bir örneği ile bakacak olursak yaşadığımız toplumda kalp krizi oranı çoksa bunun sebebinin kişilerin yaşam tercihi-genetik yatkınlık ile falan değil, hükümetlerin denetlemediği hava kirliliği, sağlıksız çalışma koşulları vb.de olduğunu söylemeliyiz. Buradaki manzara da kesinlikle aynı. Parti AKP olmasa dahi basit bir parti çalışanının aylık gelirini 30.000 TL olarak beyan edebilmesi ve Soylu’nun “Bacaklarını kırın!” dediği kişilerle arasında bir bağ olması birinci dereceden hükümetin sorumlu tutulması gereken şeyler arasındadır.

AKP’nin iktidarı boyunca yarattığı enkaz o kadar derin ki, yalnızca tesadüflerle açığa çıkan kirlilikler dahi uzun uzun anlatma gerekliliğini kaldırıyor. Hükümetin yarattığı yıkımın izini, kokaini bir kenara bırakalım, pudra ve pudra şekerinde bile görmek mümkün. Bu iz bizi işçi ve emekçilerin niçin korkunç koşullarda yaşadıklarını ve bir avuç zenginin nasıl da hâlâ daha çok kazanabildiğini gözler önüne seriyor.

AKP çalışanının ilk ifadesinin doğru ve çektiği şeyin pudra şekeri olduğunu düşünsek bile, yaptığının pek de sağlıklı olmadığını ve bunun da sorumlusunun hükümet olduğunu ifade edebiliriz. Çünkü AKP iktidarı altında çiftçi değil de ithalatçı (mesela bugünkü tarım bakanı) kazansın diye gıda ürünlerinin bileşenlerindeki kısıtlamalarda büyük değişiklikler yapıldı. Türkiye’de üretilen ve daha sağlıklı olan şekerpancarı üretimi bir nevi çökertildi ve yerine ithal GDO’lu mısırlardan (mısır şurubu olarak da bilinen) nişasta bazlı şeker kullanılmaya başladı. Ne kadar tüketilirse tüketilsin tokluk hissi yaratmayan bu ürünün zararları saymakla bitmezken kanserojen özellik taşıyıp taşımadığı da bir tartışma konusu. AKP iktidara geldiğinde mısır şurubu kotası Türkiye ve ABD’de yüzde 10 idi. ABD bu kotayı yüzde 2’ye düşürürken AKP henüz iktidarının ilk yıllarında yüzde 15’e yükseltti. Ziraat Mühendisleri Odası’na göre 2011 yılında 25 Avrupa ülkesinde toplam 1 milyon ton mısır şurubu tüketilirken, Türkiye tek başına 500.000 ton tüketir duruma gelmişti. Bu kötü tablo yetmezmiş gibi 2015 yılında nişasta bazlı şeker üretiminin Bakanlar Kurulu kararıyla yüzde 30 daha artırıldığını bugün iktidar ortağı olan MHP’nin bir vekilinden öğrenmiştik. Sonuç olarak, bugünkü tarım bakanı ile beraber tarım ürünü ithalatı yapan bir düzine insan zenginleşir, kimileri zenginliklerine zenginlik katarken, önce şeker pancarı üreticisi çiftçiler yoksullaştı, ardından da işçi ve emekçiler sağlığa zararı çok olan ürünlerle beslendi. AKP iktidarı altında yaşanan kalp damar hastalıkları kaynaklı ölümlerin azımsanmayacak bir kısmı hükümetin bir avuç zengin lehine verdiği bu kota artırımından kaynaklandı. Sonuç olarak AKP çalışanı uyuşturucu madde değil de içeriği artık maalesef ki nişasta bazlı şekerden oluşan pudra şekeri de tükettiyse bir hayli zararlı iş yapmış olacak ve bunun gerçek sorumlusu da hükümet olacaktı.

Eğer pudra şekeri değil de pudra kullanıldıysa haberler daha da kötü. 2018 yılı aralık ayında Asbest Ve Tehlikeli Atıklar Derneği (ASTA) ve Asbest Söküm Uzmanları Derneği’nin (ASUD) piyasadan rastgele seçtikleri dört bebek pudrasının tamamında asbest tespit edilmişti. Gerekli tedbirler aldığını iddia eden hükümete rağmen ASUD’un bu yıl 21 numune üzerinde yaptığı test sonucunda yine beş pudrada asbeste rastlandı. Sadece ucuz bir malzeme olduğu için tercih edilen ve solunması halinde kanser yapma ihtimali yüzde 100 olan bu malzeme sayesinde pek çok dev kozmetik şirketi de kârına kâr kattı. Buna karşılık bu AKP çalışanı pudra çekmiş olsaydı yeterli ömrü olması halinde kesinlikle akciğer kanseri olacaktı.

Ancak biliyoruz ki AKP çalışanı ikinci ifadesinde çektiğinin pudra ya da pudra şekeri olmadığını kabul etti. Başka yetkililer de durumu doğruladı. Peki, altından 4,2 kat pahalı olan bu lüks uyuşturucunun Türkiye’deki kullanım oranı ne?

Bu sorunun güvenilire en yakın cevabının atıksularda olduğunu iddia edenler var. Konunun gündeme gelişi ile beraber adli tıp uzmanı Prof. Dr. Sevil Atasoy İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa, Adli Bilimler ve Adli Tıp Enstitüsü’nde yapılan bir araştırmayı anımsattı. Buna göre dünyanın en pahalı maddelerinden biri olan kokainin Berlin’deki atıksularındaki oranı 200 mg/1000 inh/day iken İstanbul’da bu oran 200,9! Diğer en pahalı bağımlılık yapıcı maddelerde de durum çok farklı değil. Yani eğer sonuçlar doğru ise madde İstanbul’da Berlin’den çok tüketiliyor ya da bir şekilde “geçerken lavaboya dökülüyor”!

İşçi emekçilerin ortalama gelirinin arasında bir uçurum olan Berlin-İstanbul kıyaslamasında anlaşılan o ki zenginlerin lüks tüketimi arasında pek bir fark yok! Hatta bizimkiler 0,9’luk bir burun farkıyla öndeler!

Pudrada ucuz diye kanserojen madde kullanarak, yurtdışından ithal mal alıp Türkiye’de kârlı şekillerde satarak zenginleşmek sandığımızın ötesinde sonuçlara yol açıyor. Bir yanda büyük işsizlik verileri ve artan yoksulluğa rağmen bu bir avuç zenginin etrafında kendilerinin bile hesabını veremediği mide bulandırıcı bir müsrifler halkası genişliyor.

AKP modeli büyümenin doğrudan ve dolaylı sonuçlarının tüm yükünü biz çekiyoruz. Türkiye’de en çok mısır şurubu ithalatı yapan firmalardan birinin Cargill olduğu, bu firmanın sağlığa zararlı ürünleri piyasaya sürerken işe iade davasını kazanan emekçilere de işçi düşmanlığı kustuğunu görebiliyoruz. Aynı yöntemle zenginleşen kişiler bakan oluyor. Hükümet partisinin çalışanlarının videolarını da izliyoruz. Bu düzenin dayanağı ise şu: işçilerin çok çalışması, az kazanması ve çok vergi ödemesi! Emeğimizin büyük kısmı ultra zenginler ve onların eşlikçisi bir grup şatafat tutkununa gidiyor.

Pandemi başladığında emekçiler için kaynağın var olduğunu söylüyorduk. Bugün bir kez daha gördük ki, kaynak yok diyen hükümet bir kez daha yalancı çıktı.

Pandemi süresince bir türlü gereken tedbirleri almayan hükümet tüm hastalık ve kayıpların birinci dereceden sorumlusudur. Yalnızca parti çeperindeki şatafata ve ülkedeki ultra zenginlerin mallarına el konulsa dahi birkaç tane Türkiye pandeminin zararından korunmakla kalmaz, daha insani koşullarda çalışıp yaşayabilir.

Ankara’ya yürüyen Cargill işçilerini tehdit eden bir polis, devletin her şeyi bildiği gibi işçilerin gerçek amaçlarını da bildiğini iddia ediyordu. Bu gözdağını niçin verdiklerini anlamak güç, çünkü Cargill işçileri çok öncesinden herkese duyurdukları bir görüşme için yola çıkıyorlardı. Zira niyetlerini ben de biliyordum: haklarını almak, işlerine dönmek. Neyse, biz yine de devletin neyi, niye ve nasıl bildiğini anlayamasak da Cargill’in hukuk tanımaz işçi düşmanlığını, gıdalara soktuğu zararlı maddeleri, ultra zenginlerin affedilen vergilerini, işsizlik sigortası fonundan kaç parayı patronlar için kullandığını ve Türkiye’deki atıksu örnekleri ve bir dizi başka kaynak üzerinden narkotrafiğin nasıl işlediğini bildiklerinden emin olabiliriz.

Düzenin kiri-pası çok. Atıksu arıtma tesislerinden edinilen bilgi ise bağımlılık yapıcı maddelerin kullanım miktarı ile sınırlı değil. Türkiye, dondurulmuş patates ithalatçısı tarım bakanının öve öve bitiremediği ve iddiasına göre dünyada tek örnek olan bir sistemi daha kurdu. Şu anda tüm ülkenin atıksu arıtma tesislerinden bin bir özveri ve hassasiyetle toplanan numuneler sayesinde bölge bölge koronavirüs salgınının nasıl yayıldığına dair erken uyarı sistemi kurulmuş durumda. Yayınlanan makalelere bakacak olursak da sistem gayet iyi çalışıyor, yükselişleri epey sağlıklı bir şekilde ve bölge bölge öngörebiliyor. Yani Sağlık Bakanı her akşam verileri yayınlamadan önce kabine zaten henüz hastaneye gitmemiş insanların tuvalete bıraktıkları virüs sayesinde önümüzdeki günlerde ne olacağını tahmin edebiliyor. Hükümet ise bunu pandemi ile savaş için değil bir reklam kampanyası olarak kullanmakla yetiniyor.

Pudra ve pudra şekeri gibi Türkiye’de üretilen her şey biz işçilerden çalınıyor ve bizlere sağlıksız ürünler olarak geri dönüyor. Tabloya bir de pandemi eklendiğinde krizin tüm yükü yine bize kesiliyor. Bu facianın göbeğinde zenginler birikimlerini sürdürmeye devam ediyorlar.

Pandemi yönetimi bir Türkiye yönetimi örneği. Narkotrafiğin hükümetin malumu olduğu gibi, pandemiyle savaş için de gerekli olan tüm bilgiler en uçukları dâhil olmak üzere hükümette var. Fakat bu bilgiler zenginler için para etmedikçe kullanılmıyor. Öte yandan pandeminin acısını çeken, sefalete itilen bizler için de kaynağın var olduğunu ve nerede olduğunu bir kez daha gördük.

Malum AKP çalışanı üzerinden paranın izi parti yöneticileri ve vekiller ve bürokratlara kadar sürülürse, pandemi ile mücadele için gereken kaynağın nerede olduğu ve kimler için çarçur edildiği anlaşılabilir. Pandemide kâr etmeyi sürdüren zenginlerden alınabilecek bir servet vergisi, pandemi ile savaş için kullanılırsa da pandemi yenilgiye uğratılabilir!

Hükümet gerekli bilgi ve kaynak sahibiyken, her gün hastalanan ve ölen insanların, işsiz kalan, sefalete sürüklenen işçi emekçilerin her birinin sorumluluğu elbette ki kendisindedir. 1 Mayıs arifesinde sendikaların meydan tartışması yapmak yerine tüm işçi sınıfına bir eylem planı sunarak sınıfı mücadeleye çağırması pandemiden ve sefaletten kurtulmamızın yolunu açmakla kalmaz; şeffaf, kalıcı ve güvenilir bir demokrasinin de kilometre taşı olur.


[1] Melih Gülgen’in yönettiği filmde Cemil bir tür Behzat Ç. öncülüdür. Filmin sorunlu yanlarını bir kenara bırakacak olursak filmdeki kötülerin lideri -ismi malum holding sahibini çağrıştırdığı üzere- zengin biri olan Vehbi Tok’tur (Yıldırım Gencer). Filmin finalinde Cemil’in savaşın bittiğini düşünen partnerine (Ahmet Mekin) verdiği buram buram Yeşilçam kokan repliği buraya koymadan geçemeyeceğim: “Ülkedeki yolsuzluklarla, nüfus ticaretiyle, rüşvet mekanizmasıyla her türlü pisliğiyle, aklı başında olan herkes savaşacaktır. Bu namuslu her insanın görevidir. Yoksa herkes her gün aynada kendine tükürmelidir.”

Yorumlar kapalıdır.