Ölümünden 100 yıl sonra Lenin, programımızda yaşıyor

Lenin’in ölümünün 100. yıldönümü sebebiyle onun hayatı ile politik görüşlerine dair birçok materyal üretilecek. Kimlerin Lenin’in gerçek takipçileri olduğu, kimlerin Lenin’in epigonları olduğuna dair yoğun tartışmalar yaşanacak.

Biz burada, büyük Marksist üstatlarımızdan birisi saydığımız Lenin’in öğretisinin en öne çıkan üç yönünü inceleyeceğiz. Bizim iddiamız şu ki, bugün solun büyük bir kısmı, Lenin’in öğretisinin bu üç yönüyle hesaplaşmamıştır.

Slavoj Zizek de dahil birçok solcu entelektüel “Lenin’e dönülmesi” çağrısı yapıyor. Ancak bu çağrının özü bir günah çıkarma törenini andırıyor ve içeriğinde saklı bir itiraf yatıyor: Sadece Lenin’in programını terk etmiş olanlar, ona geri dönme ihtiyacı hissedebilirler.

Akımımızın asla terk etmediği, bu nedenle kendisine geri dönmeye de hiçbir zaman ihtiyaç duymadığı Lenin’in siyasal mirasının öne çıkan bu üç yönünün, bizim ayırt edici özelliklerimiz arasında olduğu inancındayız. 

Devrimci parti

Leninizm her şeyden önce, demokratik bir mücadele örgütüne duyulan ihtiyacın anlaşılmasıdır. Leninist partinin Stalinist karikatürü, arkasında büyük bir politik ve örgütsel enkaz ile bilinç bulanıklığı bıraktı. Bu enkazın dumanının üzerinde şu düşünce hâlâ dolaşmakta: yatay örgütlenme veya örgütsüzlüğün, merkezi bir mücadele örgütünden daha etkili olabileceği. Parti örgütünün Stalinist karikatürü; kendini politik olarak geliştirmeyen kadroları, eleştirel olmayan bir disiplini, önderliğin politikalarının bürokratik emirlere dönüşmesini, parti üyelerinin politika tartışmasının yasaklanmasını, parti tabanının parti politikaları üzerinde söz hakkına sahip olmamasını ve parti içinde koşulsuz bir itaati öngörür. Bu bürokratik aygıt, Lenin’in öncü parti modelinin bir reddidir.

Ancak kimi akımlar, parti örgütünün Stalinist karikatürünün reddini, partiye dair Luxemburgçu bir anlayışa varana dek genişletmektedirler. Biz Luxemburgçu değiliz çünkü Rosa Luxemburg’un devrimci partiye dair görüşleri demokratist ve federatif yanılgılar taşıyordu ve bu yanılgılar nihai olarak, sosyal demokratlardan kopmakta çok geç kalan Alman komünistlerinin, 1918 Devrimi sırasında ezilmesini getirdi. Biz merkeziyetçiliğe karşı değiliz, bürokratik merkeziyetçiliğe karşıyız. Biz disipline karşı değiliz, partinin politize olmasına izin vermeyen disipline karşıyız. Biz bir devrimci önderliğin inşa edilmesinden yanayız ve bu devrimci önderlik, adı üstünde, bir önderliktir. Ancak bu önderliğin ne bürokratik ne de demokratist ve federatif yöntemlerle inşa edilebileceğine inanıyoruz. Lenin’in bütün ustalığı, bu iki hatalı uca savrulmadan, önderliği sınıf mücadeleleri içinde inşa etmeye başlayabilmiş olmasıdır.

İşçi hareketi ve işçi hareketi içinde oportünizme ve sekterizme karşı mücadele

Lenin, devrimci partinin köylülük veya kent yoksulları arasında değil, işçi sınıfı içinde ve işçi hareketiyle birlikte inşa edilmesi konusunda saplantılıydı. Elbette parti köylüler ve kent yoksulları arasında da faaliyet yürütecekti; ancak partinin siyasal ve örgütsel karakteri proleter olacaktı. Lenin, partinin işçi hareketinin rehberi olmasını hedefliyordu ancak tam tersi olacak şekilde, partinin de işçi hareketinden öğrenmesini istiyordu. Bu nedenle Lenin, işçi hareketi içindeki ikameci, dayatmacı, maceracı yöntem ve önerilere karşı katı bir şekilde mücadele etti. Genel olarak parti ve partinin hiçbir birimi, kendini işçi sınıfının yerine koyamazdı. Partinin programı işçi sınıfına dayatılamazdı; aksine bu program, mücadeleler içinde sabırla anlatılmalı ve işçiler tarafından sınanmalıydı. İşçilerin politik ve psikolojik olarak hazır olmadıkları maceralara atılmak ölümcül sonuçlara yol açacaktı, bunlardan kaçınılmalıydı. Çeşitli işçi örgütlerinin hain ve oportünist önderlikleri olabilirdi ve bu önderlikler partinin eleştirilerinin hedefinde de olmalıydı, ancak ne kadar gerici olursa olsun hiçbir işçi örgütü terk edilmemeliydi.

Birçok aktivist ve hatta devrimcinin işçi hareketi konusunda kafası karışıktır. Hemen hemen hepsi işçi hareketinin önemli bir rolü olduğunu kabul eder ancak işçi hareketine, genellikle o bir yükseliş dönemindeyken yaklaşır veya yaklaşmaya çalışırlar. Biz, tıpkı Lenin gibi, işçi hareketinin önemli bir rolü olduğunu söylemiyoruz, biz işçi hareketinin merkezi ve belirleyici bir role sahip olduğunu söylüyoruz. Aktivistler ile devrimcilerin çoğu, faaliyetlerini, o sırada hangi toplumsal kesim en militan mücadeleleri veriyorsa o toplumsal kesime odaklamayı tercih eder. Ancak devrimci partinin inşası, borsada yükselen kâğıtlara yatırım yapmak gibi değildir ve böyle bir yöntemle inşa edilemez. O sırada militan mücadeleler veriyor olsun veya olmasın, partinin inşasının merkezinde işçi sınıfı vardır. İşçiler, o sırada derin bir gerileme ve atalet dönemine girmiş de olabilirler; bu yine de bizim inşa stratejimizi değiştirmez. İşçi sınıfını merkeze almamızın nedeni basittir: Toplumsal bir sınıf olarak yalnızca işçi sınıfı kapitalizmi ilga etme kapasitesine sahiptir.

Ancak işçi sınıfının merkezi rolünün kabulünü, diğer toplumsal mücadelelerin reddine dek genişleten kesimler mevcuttur. Lenin, kendi partisini, bu kesimlere karşı sıkı bir mücadele eşliğinde inşa etmişti. Bu kesimler ezilen ulus mücadelesini, kadın ve lgbti+ mücadelesini, ekolojik mücadeleleri, savaş karşıtı hareketi, ırkçılık karşıtı mücadeleyi, göçmen ve mülteci hakları için verilen mücadeleyi ve benzerlerini, bunların saf işçi hareketleri olmamalarından dolayı reddedebilirler. Bu oldukça hatalı bir tutumdur zira öncelikle, siyasal ve ekonomik sistemle tarihsel bir mücadele içinde olan birçok toplumsal kesim işçi sınıfının müttefikleridir. İkinci olarak, işçi hareketi ile toplumsal hareketlerin iletişimini kesmek, her iki tarafın da siyasal eğitimine zarar vermektedir. Üçüncü olarak, toplumsal hareketlerin birçoğunun toplumsal hedeflerinin hayata geçmesinin veya gündeme getirilmesinin şartı, işçi hareketinin politik programında yatmaktadır.

İşçi demokrasisi

Lenin, yalnızca sınıflar mücadelesinin varlığını kabul eden birinin Marksist olarak tanımlanmaya hak kazanmadığını, Marksist olarak tanımlanabilmek için aynı zamanda proletarya diktatörlüğü (yani işçi demokrasisi) rejiminin zorunluluğunu da kabul etmek gerektiğini yazmıştı. Marx proletarya diktatörlüğü kavramını ortaya attığında, “diktatörlük” terimini Roma’daki anlamıyla kullanıyordu: yani belirli bir kesime, belirli bir dönem boyunca toplumu yönetmesi için olağanüstü yetkilerin tanınması.

Sosyal demokrasi ve Stalinizm politik programlarından işçi demokrasisini çıkaralı çok oldu. Onların programları kapitalist bloklarla sınıf işbirlikçi koalisyon hükümetlerinin kurulmasını öngören çeşitli siyasal formüllerle dolu. Castro-Chavizm, Avrokomünizm veya çeşitli anarşist, otonom hareketler söz konusu olunca da aynı gerçek geçerlidir: Bu siyasal akımların hiçbirisi, ekonominin toplumsal olarak işçi sınıfı tarafından yeniden örgütlenmesi gerektiğini ve bu yeniden örgütlenmenin ancak ve ancak işçi sınıfının hizmetindeki bir işçi devleti aracılığıyla gerçekleştirilebileceğini kabul etmemektedir. “Demokratik halk iktidarı”, “halk meclisleri iktidarı”, “demokratik cumhuriyet” ve buna benzer tanımlamaların hepsi, kapitalist sınıflar ile emekçi sınıflar arasında bir koalisyon hükümetinin kurulmasını öngörmektedir. Bunların hiçbirisi, Lenin’in tarif ettiği ve hayata geçirdiği biçimiyle, işçi demokrasisi rejimi değildir. Bir işçi demokrasisi rejiminin tesis edilmesini hedeflemek noktasında biz Troçkistler küresel düzlemde yalnızız.

Yorumlar kapalıdır.