Sınıf mücadelesi karşısında ilan edilmemiş ittifak: Esad-Merkel-Chavez Cephesi

Bugünlerde bu üç adı bir araya getiren ortak özellik, her birinin uluslararası sınıflar mücadelesinde bölgesel etkilere yol açan kitle mücadelelerini bastırabilmek ve/veya saptırabilmek için yoğun bir çaba içinde olmaları. Henüz ABD’nin denetiminde sürmekte olan emperyalist dünya düzeninin emekçi halkların mücadelesiyle sarsılmasını önleyebilmek için, sanki bu üç lider bir kader birliğine girmiş gibiler. Ama kitlelerin mücadelesini bastırmak derken sadece Beşar Esad’ın kendi halkı üzerinde uyguladığı katliamlardan söz etmiyoruz; ne de Merkel önderliğindeki Avrupa burjuvazisinin sendikalar ve işçi hareketine yönelik giriştiği karşıdevrimci “reformlardan” ya da Chávez’in paralı katillerinin sistematik olarak devrimci sendikacıları kurşunlamalarından. Emekçi yığınlar bu tip saldırılar karşısında kendilerini bir şekilde savunmanın yolunu bulabilirler; ama daha da tehlikeli olanı, burjuvazinin ve diktatörlük rejimlerinin bu saldırganlıklarını ideolojik-politik söylemlerle meşrulaştırıyor olmaları. Bu noktada sınıf mücadelesinin politik bilinç berraklığına ihtiyacı var. Önümüzdeki mücadeleler dönemi bunu gerektiriyor.

Suriye halklarının Esad’ın Bonapartist diktatörlüğüne karşı kahramanca mücadelesi, sadece emperyalizm ve bölge egemen sınıfları değil, ama aynı zamanda karşıdevrimci dinci politik akımlardan kendilerini ilerici-devrimci olarak adlandıran bazı Sol yayın organlarına kadar pek çok çevre tarafından, neredeyse bir istihbarat örgütleri mücadelesine indirgenmek isteniyor. Sanki Suriye’nin kaderi, Murat Karayılan’ın İran hükümeti ve Esad rejimi ile yapmış olabileceği iddia edilen anlaşmalara; ABD ve Türkiye hükümetlerinin Suriye Ulusal Konseyi veya Suriye Ulusal Ordusu üzerindeki manipülasyonlarına; Suudi Arabistan, Katar ve Libya hükümetlerinin Suriye’deki Müslüman Kardeşler hareketini güçlendirmek için harcadıkları çabalara vb. bağlanıyor. Bu tür müdahaleler Suriye devrimi üzerinde elbette etkili olan önemli politik olgular. Ama asla Suriye halklarının karşıdevrimci bir diktatörlük karşısında verdikleri mücadeleyi yargılayabilecek ve dünya emekçilerinin Esad rejimi karşısında alacağı politik tutumu belirleyebilecek öğeler olamaz. Devrimci sosyalizm bu noktada bilinç bulanıklığına izin veremez. Suriye devrimi üzerindeki her türlü emperyalist müdahaleye ve bölge egemenlerinin yönlendirme girişimlerine karşı çıkarken, yıkılması gereken anakronik bir diktatörlük rejimi karşısında mücadele eden kitleleri koşulsuz olarak destekliyoruz. Kuşkusuz bu devrimin başarısı son tahlilde Suriye işçi sınıfının bağımsız ve etkili devrimci örgütlenmesine ve müdahalesine bağlı olacaktır; ama, onlarca yıllık diktatörlük rejiminin bir sonucu olan bugünkü sosyal ve politik oluşumun henüz bu gerekliliğe geçit vermemesinden hareketle koca bir halkın biraz nefes alabilmek için başlattığı devrimci seferberliğe sırt çevirmek, onu olumsuz biçimde sorgulamak, karşıdevrim kampında yer almak demek olacağı gibi, yarın Suriyeli proleterlerin ve emekçilerin bağımsız devrimci örgütlenmesinin de önünü kesmek anlamına gelecektir.

Merkel’i Esad ile birlikte anmamızın nedeni ise, gene kitlelerin mücadelesi karşısında onları birbirine dolaylı olarak bağlayan bilinç bulanıklığı sorunu. Bu kez gündemde olan emekçilerin bilincinde kurulmuş olan Avrupa Birliği hayali. Daha başından itibaren biz AB’nin Alman emperyalizminin Avrupa kapitalizmini kendi bayrağı altında birleştirme ve bu amaçla Avrupa işçi sınıfının İkinci Dünya Savaşı sonunda elde ettiği kazanımları geri alma projesi olduğunu; birincisinin, Avrupa’daki ulusal burjuvazilerin ve ulusal devlet sınırlarının varlığı nedeniyle olanaksız, ikincisinin ise, geleneksel sosyalist ve komünist partiler ile sendika bürokrasilerinin sınıf uzlaşmacılığı nedeniyle büyük bir tehlike oluşturduğunu söyleyegeldik. Bu bir kehanet değildi ve günümüzde berrak bir biçimde işleyen bir süreç haline dönüştü. Alman mali sermayesinin iki kez dünya savaşlarıyla denediği ama başaramadığını, bugün Almanya hükümeti daha “barışçıl” bir yöntemle ve Avrupa Merkez Bankası aracılığıyla deniyor. Yarattığı yıkım henüz sıcak savaşın neden olduğu boyutlara ulaşmış değil, ama bazı ülkelerdeki etkisi (örneğin Yunanistan, Portekiz, İrlanda, şimdi İspanya ve hatta İtalya), kitleler arasında yarattığı müthiş işsizlik, sefalet, çürüme, marjinalleşme, lümpenleşme. Böylece sosyal devletin getirdiği tüm hakların yok edilmesi, sendikal mücadelenin neredeyse yasadışı bir konuma itilmesi, hükümetlerin demokratik ve politik haklar üzerinde polis devleti uygulamalarını sertleştirmesi ve sistematikleştirmesi için yol açılmış oluyor. Refah devleti tahrip ediliyor, politik demokrasi yavaş yavaş aşındırılıyor. Kitlelerin elbette bundan hoşnut olduğunu ve mücadele etmediğini söylemek olanaklı değil. Ama sağından soluna kadar tüm politik yelpazedeki liderlerin her gün basında ve TV kanallarında “AB’nin ve Avro’nun geri dönüşsüz bir proje” olduğunu tekrarlayıp durmaları, kitlelerin bulabileceği politik alternatif olanakları üzerine geçirilmiş bir ideolojik kapan etkisi görüyor. Bizzat AB projesinin yaratmış olduğu mevcut çöküntüye gene AB’nin çare bulabileceğini iddia etmek, kitlelerin direnişini kurtların ağzına, yani burjuvazinin ve sendika bürokrasisinin politikalarına teslim etmek anlamına geliyor. Avrupa kitlelerinin içine sürüklendiği müthiş çöküntüden kurtulabilmelerinin yegane yolu, bizzat AB’nin yıkılmasından, işçilerin ve emekçilerin Sosyalist Avrupası’nın inşasından geçiyor.

Ve Chavez… Kaddafi, Esad gibi faşizan milliyetçi diktatörlüklerin desteklenmesinin; Latin Amerika burjuvazisini birleştirebilmek ve emekçi kitlelerin mücadelesini denetleyebilmek için AB benzeri projelerin kendi kıtasında inşa edilmesinin; Küba ve Çin’de Stalinist diktatörlükler altında işçi devletlerinin yıkılıp kapitalizmin inşa edilmesinin; gericiliğin abidesi İran’dakine benzer karşıdevrimci molla rejimlerinin kardeş ilan edilmesinin; kendi yandaşı bürokrasiye arpalık olarak sunduğu bir-iki şirketin dışında millileştirmeden uzak durup emperyalizmle işbirliği içinde kapitalizmi sağlama almanın; bu amaçla devrimci sendikacıları paralı katiller aracılığıyla katlettirmenin, işçi hareketi üzerindeki asker-polis baskılarını yoğunlaştırmanın; bütün bunların, “antiemperyalizm ve sosyalizmin” bir gereği olduğunu iddia eden Chávez yönetiminin kitlelerin bilincinde yaratığı deformasyon çok güçlü oldu. 2000’lerin ilk on yılında büyük bir etki yaratan bu bulanıklık, hatta bir 5. Enternasyonal projesinin (başarısız olarak) yaratılmasına kadar vardı ve Sol partileri ve sosyal hareketleri derin bir biçimde sarsıp yönlendirdi. Chavezci “XXI. yüzyıl sosyalizmi” yanılsamasının aşılması, başta Latin Amerika proletaryasının ve emekçi halklarının burjuvaziden ve Bonapart özentilerinden bağımsız olarak sınıf temelinde örgütlenip mücadele edebilmeleri için bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.

İşçi Cephesi, işçi sınıfının devrimci partisinin inşasını her zaman uluslararası inşanın bir parçası olarak gördü. Dünya durumunun içine sürüklendiği mevcut mücadeleler süreci, bu inşanın güçlendirilmesi açısından yeni bir çerçeve ve yeni olanaklar dizisi sunuyor. Ulusal ve uluslararası partiyi kitle seferberlikleri içinde inşa etme yönteminden hareketle, uluslararası inşayı sınıf mücadelesinin sıcak noktalarına taşıyabilmemiz, oralarda odaklaştırabilmemiz gerekiyor. Bu açıdan Suriye ve Ortadoğu’daki devrimci atılımlar; Avrupa’da yaygınlaşan işçi ve kitle mücadeleleri; ve nihayet Venezuela’da Ekim’de düzenlenecek seçimlerden yararlanarak Latin Amerika’da devrimci sosyalizmin güçlendirilmesi olasılığı, önümüzdeki günlerde uluslararası örgütlenmede yeni adımlar atılmasının çerçevesini oluşturuyor. Bunun kolay bir görev olduğunu söyleyemeyiz, ama devrimci Marksizm (ve bizim topraklarda İşçi Cephesi) hangi görevi kolayından aldı ki…

Yorumlar kapalıdır.