İran olmak ya da olmamak: Bütün mesele bu değil!

Sık sık ortaya atılan ve toplumun belli kesimlerinde bir paranoyaya dönüşen “laiklik elden gidiyor”, “mahalle baskısı”, “İran oluyoruz” tartışmaları referandum sonuçları ile bir kez daha su yüzüne çıktı. Sandıklardan çıkan yüzde58’lik EVET, bu kesimler için Türkiye’nin İslamcılaşması, devletin örgütlü ve militan bir gericilik eylemiyle kuşatılması anlamına geliyor. Böyle bir geriye dönüşün tek sorumlusu AKP gösterilirken, İran olmaktan kurtulmamızın AKP’nin gidişiyle mümkün olacağı, toplumu saran muhafazakârlığın ancak böyle yerini özgürlüklere bırakacağı söyleniyor.

Evet, Türkiye’de bir muhafazakârlaşma yaşanmaktadır; bu süreç, 12 Eylül askerî rejiminin önünü açtığı neoliberal sistemin getirdiği kitlesel yoksullaşma ve yoksunlaşma ile bağlantılıdır. Devletin Sosyal/kurumsal desteklerinin aşındırılması, sosyal güvenlik sistemlerinin tasfiyesi, temel gereksinimlerin karşılanmasının serbest piyasaya terki, sosyal devletin bertaraf edilmesi, krizler, yoksullaşan kesimlerde cemaatleşme yönelişini beslemiştir. Devletin sunması gereken sosyal desteğin ve güvencenin yerini, cemaatlerin sağladığı yardımlar ve iş imkânları almıştır. Yani muhafazakârlık, sosyal çöküntünün altında kalan emekçilerin çaresizliğinden kaynaklı yönelişlerini yansıtmaktadır.

Muhafazakârlaşmayı yalnızca cemaat örgütlenmelerinin artmasıyla, dini değerlere sarılmayla açıklamak eksik olur. Muhafazakârlaşma aynı zamanda devletin baskı ve denetim aygıtlarının bilenmesi, otoriter ve itaatkâr bir toplumun yaratılması anlamına da gelir. Yani ırkçılığın artması, ataerkilliğin güçlenmesi, linç kültürünün gelişmesi, insanların azla yetinmeye alıştırılıp hakkını aramayı reddetmesi muhafazakârlaşmanın bir sonucudur. Çünkü kitlelerin yoksullaşmaya olan tepkileri, ‘öteki’ gördükleri kesimlere yönlendirilerek ırkçılık ve linç kültürü beslenmiş; yine artan muhafazakârlıkla kadın bedeni üzerindeki denetim güçlendirilmiştir. Bu yüzden yoksulluk travmalarının bedelini krizler sonucu eve gönderilen kadınlar ödemeye devam etmektedir.

Neoliberalizmin yarattığı kitlesel işsizlik, esnek ve ucuza çalışma, kitlelerle birlikte emeğin de muhafazakârlaşması sonucunu doğurmuştur. Bu durum hak mücadelelerinin önünü kesmiş, insanların elindekine razı olmalarını sağlamıştır. Bu şekilde neoliberal enkaz gizlenerek, mücadele etmenin, örgütlenmenin önüne geçilmeye çalışılmıştır.

Ne var ki Türkiye’de de bu süreci tek başına AKP’nin yarattığını söylemek büyük bir körlük olur. Çünkü bu eğilim dünya çapında artmış ve bu daha fazla emek sömürüsü ve kitleleri denetleme ihtiyacından gelişmiştir. Kuşkusuz AKP’nin de bu eğilimin güçlenmesinde payı oldukça büyüktür. AKP iktidarı, yalnızca katı bir biçimde uygulamaya soktuğu neoliberal politikalar aracılığıyla değil, etkinliğini arttırdığı/güçlendirdiği toplumsal dinamiklerle de muhafazakârlığın tabanını genişletmiştir. Kitleleri yoksullaştırırken bir yandan da sadaka kültürüyle, dağıttığı erzaklarla, kömür yardımlarıyla yoksunlaştırmayı da ihmal etmemiştir. Örneğin, iktidarın Bursa’daki maden kazasında ölen işçilerin durumuna “takdiri ilahi” deyip geçmesi ve ailelerin de bu kaza sonucu dava bile açmamaları bir tesadüf değildir. Kısacası neoliberal politikalar, ancak muhafazakârlık örüntüsüyle yaşatılabilir, mücadelelerin önü ancak bu tip bir afyonla kesilebilir.

Sonuç olarak, referandumdan çıkan evet elbette ki, daha fazla muhafazakârlaşmaya yol açacak, rejimin totaliter yönünü belirginleştirecektir. Bu da iktidar partisinin eğilimlerinden değil, tıpkı anayasa değişikliğinde olduğu gibi, burjuvazinin istek ve ihtiyaçlarından kaynaklanacaktır. Dolayısıyla bunu AKP’nin değil, sermayenin bizatihi dünya kapitalizminin gericileşmesi olarak okumak gerekir. Bu yüzden özgürleşme, demokratikleşme burjuvazinin hiçbir partisiyle değil, işçilerle gelecektir.

Yorumlar kapalıdır.