Yayılmacı hayallerin sonu

Tayyip Erdoğan’ın ciddi bir sorunu var. Sadece neoliberal ve İslamcı muhafazakar politikalarına kitlesel seferberliklerle yanıt vermeye başlayan emekçi yığınlarla değil. Kendisini iktidara yükselten finans kapital ve yerli burjuva kesimlerle de başını derde sokmak üzere. Dünyanın hiçbir ülkesinde burjuvazi hükümetin ucuz emek, dış ticaret ve yatırım olanaklarını giderek karşılığı olmayan “ideolojik” nitelikli gerekçelerle heba etmesine uzun süre tahammül edemez. Oysa Erdoğan’ın bugünkü AKP hükümeti, burjuvazinin iş yaptığı hemen tüm ülkelerle kavgalı dövüşlü duruma gelmiş halde ve burjuva basını bu durumu “Türkiye’nin yalnızlaşması, tecrit olması” biçiminde yorumlamakta. Politika ve diplomasi think-tank‘ları Türk dış politikasının “beceriksiz ellerde” olduğundan yakınmakta.

Ama sorun Erdoğan’ın dış politika gereklerini iyi okuyamamasında veya onun tayin ettiği diplomatların beceriksizliğinde değil. Yayılmacı hayallere imkân bırakmayan dünya sınıf mücadeleleri dengelerinde. Ankara’nın dış politikasının hesaba katmadığı, öngöremediği olgu, özellikle Arap ve Kürt halkların vermekte olduğu mücadelelerin, Türkiye burjuvazisinin ekonomik ve politik etki alanını genişletme arzusunu paylaşacak işbirlikçi hükümetlere yaşam hakkı tanımıyor olması. Dolayısıyla da Türkiye burjuvazisinin yayılma isteğine ardı ardına çözümler arayan Erdoğan, güvendiği kalelerin bir bir düşmesiyle çaresizliğe sürüklenmekte, politikası kan kaybettikçe daha da saldırganlaşmakta, neredeyse “intihar diplomasisi” diye tanımlanabilecek söylemlerle ABD’nin kendisini kurtaracak bir “mucize” yaratmasını beklemekte.

Oysa her şey iyi başlamıştı. Olumlu bir konjonktürde yıllarca ortalama yüzde 8 düzeyinde büyüyen bir ekonomi, giderek artan ihracat, genişleyen iç ve dış pazarlar, Anadolu’da palazlanmakta olan bir burjuvazi ve onun çevresinde oluşan ve tüketim yeteneği elde etmeye başlayan orta sınıflar, AKP’nin ılımlı ve sırf askerleri iktidar merkezlerinden uzaklaştırmak için kullandığı “demokratik” tınılı dille birleştiğinde, burjuvazi şevklenmiş ve sermaye birikimi sürecini yeni alanlara taşıyacak politikalar bekler hale gelmişti. AKP’nin bu beklentiye ilk yanıtı, Türkiye’yi emperyalistler ligine yükseltme rüyasını gerçekleştirmeyi hedefleyen Avrupa Birliği’ne katılım projesi oldu. Bu hayal o denli güçlüydü ki, sadece laik liberallerin değil, Türkiye’ye yakıştırdıkları “alt emperyalist” kavramına sarılan yarım yamalak Marksistlerin bile desteğini kazandı. Bu hayalin sonu ise iki vektörün kesiştiği noktada geldi: AB finans kapitalinin Türkiye’yi küresel kapitalist ekonomiye tam entegre etme arzusu ile İslamcı hükümetin askerleri kışlasına geri itme çabalarında Avrupa’dan yardım alma ihtiyacının birleştiği asgari doyum noktasıydı bu. O andan itibaren de görüşme dosyaları kapatılıp rafa kaldırıldı ve “acı gerçek” ortaya çıktı: Türkiye yarı bir sömürge ülkeydi ve öyle de kalacaktı. Bunu AB’nin önder iki ülkesinin liderleri (Sarkozy ve Merkel) açık bir dille ifade ettiler, Türkiye AB’nin tam üyesi olmayacaktı,

AB emperyalizminin bu tutumu, onun ideolojik üretim merkezlerince, Birliğin bir “Hıristiyanlar kulübü” olduğu ve ona Müslüman bir ülkenin sığmayacağı şeklinde dile getiriliyordu. AKP’nin buna yanıtı, aynı ideolojik araçları kullanmak oldu ve Erdoğan o andan itibaren daha bir “Müslüman” kesildi. “Sıfır sorun” diplomasisi aracılığıyla, “Türk” devletin neredeyse bin yıllık kadim düşmanı İran’dan Osmanlı’nın bile erişemediği Fas’a kadar uzanan yeşil kuşak ülkeleri “dost” ilan edildi, krallar, diktatörler “kardeş” seviyesine yükseltildi, “Yeni Osmanlılık” gibisinden anakronik uydurmalarla Türkiye’ye bir “arka bahçe” yaratılmaya girişildi. Büyüme ve yayılma hevesinde ve ihtiyacındaki Türkiye burjuvazisi için, ekonomik ilişkilerinin yarısından fazlasını gerçekleştirdiği ABD ve AB’nin kapılarını kapatmadığı sürece, bu politikanın hiçbir mahsuru yoktu. Onun için önemli olan yeni diplomatik atağın muhtemel ekonomik getirisiydi, politik faturasını ise nasılsa politikacı avukatları ödeyecekti. Türkiye emperyalistler liginde oynayamayacaksa da kendine bir “ikinci lig” yaratabilirdi. Mübarek’le, Esad’la, Kaddafi’yle kol kola poz verilebilir, Cezayir’den özür dilenebilir, Hamas ve Hizbullah’a selam gönderilebilir, İran’ın nükleer enerji politikası desteklenebilir, İsrail’e surat asılabilir ve burjuva diplomasisinde “dış politika incelikleri” diye kabul edilen her türlü ikiyüzlü taktiğe başvurulabilirdi.

Erdoğan’ın bu ikinci “dünya politikasını” yerle bir eden ise 2011’de patlak veren Arap devrimleri oldu. Emekçi kitleler Erdoğan’ın kardeşlerini Tanrı’ya, cezaevlerine ve sürgüne havale etmeye, direnmeye çalışan kralları ve diktatörleri giderek daha fazla sarsmaya başlayınca AKP için dost-düşman birbirine karıştı. Libya laik bir hükümetin üstesinden gelemediği aşiretlere bölünme süreci yaşıyor, Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler iktidar oluyor, Suriye’de emekçilerin başlattığı devrim iç savaşa dönüşüyor, İran-Bağdat hattı Hizbullah’ı Esad’ın yardımına seferber ediyor, Hamas Hizbullah’la arasını açıp İsrail’le uzlaşma yanlısı FKÖ’ye yaklaşıyor, Kürtler kimseyi dinlemeyip kendi bölgelerini denetimleri altına alıyor, Suudi Arabistan ile Katar bölgede egemenlik yarışında birbirine düşüyordu. Bu durum Türk diplomasisine acilen bir “yeni dış politika” geliştirme görevi dayatıyordu.

Arap devrimleri sırasında eski kardeş diktatörlerle çektirilen fotoğrafları derhal piyasadan çeken AKP hükümeti, bu yeni durum karşısında siperlerini bir çizgi daha geri çekmek zorunda kalıyordu. Artık “tüm Müslümanlar” değil, sadece “Sünniler”, yani Müslüman Kardeşler dost olacaktı. Bunun bedeli ise “sorunlar sayacının” sözde sıfır noktasından yukarı doğru yükselmesi oldu: Eski dost yeni düşman Esad’ı destekleyen Rusya, İran, Bağdat ve Bahreyn hükümetleri ile Lübnan’da iktidarı kontrol eden Hizbullah Ankara’nın diplomasi kitabında diktatörlükler başlığı altına aktarılacaktı. Müslüman Kardeşler ile FKÖ ve Hamas’ın “barış” görüşmeleri başlatmaya hazırlandıkları İsrail’e ise yeni bir yer aranmak durumundaydı.

Erdoğan tam bu puzzle‘ı çözecekken kendisini gerçekten “çileden çıkartacak” iki gelişmeyle karşılaştı: Tunus ve Mısır’da kitleler Müslüman Kardeşler iktidarlarına karşı seferber olmaya başladılar; öte yandan AKP’nin bizzat “kendi bahçesinde” gençler ve emekçiler ayaklandı. (Gezi Parkı direnişi sırasında Erdoğan’ın Tunus’ta emekçiler tarafından yuhalanıp protesto edilmesi “çilenin” delinme anı oldu herhalde.) “Demokratik seçimlerle” işbaşına gelmiş hükümetlerin kitlelerce gayrimeşru ilan edilmesi, Erdoğan’ın “sandık çoğunluğu her şeydir, seçmen kitlelerin istekleri hiçbir şey” tezine dayalı demokrasi teorisine aykırıydı. “Saldırı” emri ve cinayetlerin meşrulaştırılması bu anlayışın ürünü olacaktı.

Mısır’da yeni devrimci atılımı durdurup rejimi kurtarmaya yönelik askeri darbe ve onun gerçekleştirdiği katliamlar Erdoğan için şu günlerde bir can simidi olmuş durumda. Gözyaşları içinde “demokratik” Müslüman Kardeşler iktidarını savunma imkânına sarılmış halde. Ama Türkiye’nin “arka bahçesi”, Mısır’daki darbeyi yüksek sesle veya suskunlukla destekleyen diğer Sünni hükümetlerin kendisini terk etmesiyle de epeyce küçülmüş, hatta neredeyse yok olmuş görünüyor. Ve Erdoğan ağlaya sızlaya kendi seçmenler kitlesine dönüp bir mucizenin gerçekleşmesi ve kendisini bu kâbustan kurtarması için dua ediyor.

Burjuvazi bu sulusepken yakarmalara, salâlara, tekbirlere ne zamana kadar izin verir? Düşmanlar göstergesi yükselirken ekonomik göstergelerin kırmızı kırmızı göz kırpmaya başlamasına ne kadar dayanabilir? Bunu, başkanlık sistemi üzerinde yoğunlaşacak tartışmalar ve AKP içinden ya da dışından gelişebilecek yeni seçeneklerin sunacağı olanaklar gösterecek. Ama bu konuda asıl belirleyici olacak olan elbette emekçi yığınlardır. Bir zamanlar egemenliğinin önemli bir aracı olmasına karşılık iflas bayrağını çekmeye başlayan her hükümet karşısında burjuvazi yeni araçlar geliştirmeye çalışır. Aynı neoliberal yayılmacı döngünün bu kez başka ellerde yinelenmemesi için işçi ve emekçi yığınların burjuvaziden bağımsız olarak kendi seçeneklerini geliştirmesi her zamankinden daha büyük bir acillik kazanmış durumdadır. Öncelikli olarak da Erdoğan’ın beddualarını savaş çığlıklarına dönüştürme olasılığı ve tehlikesi karşısında tetikte olmalıyız.

Yorumlar kapalıdır.