“Keşke zamanında…”

Türkiye’nin Suriye siyasetinin bir dönüm noktasına geldiğine dair işaret ve açıklamalar giderek artıyor. Kısa bir süre önce Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un özeleştiri ve pişmanlık tonu yüksek bir açıklamasını dinledik. Kurtulmuş, Türkiye’nin başına gelen pek çok şeyin Suriye politikasının sonucu olduğunu belirterek “Başkaları da öyle, ama biz de geçerli bir politika ortaya koyamadık… Keşke zamanında geçerli bir barış perspektifi geliştirebilseydik… Yakında inşallah dışarıdan zorlamayla değil, Suriye halkının kabul edebileceği bir çözüm bulunacaktır…” diyor. Bir iki gün sonra Başbakan da konuşuyor; “Esad ile geçiş için oturulur, konuşulur, yani suhulet içinde geçiş sağlanabilir…” diyor. Bu açıklamaların Saray’ın bilgisi ve onayı dışında yapılması mümkün olmadığına göre, Davutoğlu döneminin, elbette yine RTE’nin bilgi, destek ve emirleri doğrultusundaki, ancak suçu muhtemelen FETÖ’ye atılacak olan Suriye politikasının değişmekte olduğu anlaşılmaktadır.

Yurtta iflas cihanda iflas…

Dış politika açıkça iflas etmiştir. “Dış politikanın iç politikanın devamı olduğu”  gerçeğinden yola çıkarak iç politikanın da iflas ettiğini söyleyebiliriz. Zaten bir iktidarın hem de “ustalık” çağında, memleketteki her şeyi kontrol altına aldığını zannettiği bir zamanda maruz kaldığı bir askeri darbe girişiminin başka bir anlamı olamaz. Büyük burjuvazi endişelidir. Geçmişte üzerine destanlar yazılan dış destek artık yoktur. Bu elbette emperyalist sistem içinde, üstelik de NATO üyesi bir ülke için her şeyin sonu değildir; nihayetinde bir çare bulunur! Ancak kendini giderek tehlikeli bir boşlukta hissetmeye başlayan Saray’daki Adamın bir taraftan İsrail’le yeniden bağlantı kurup Batı’yı rahatlatırken, öte yandan Rusya, İran vb. ile giriştiği barışma, anlaşma, hatta bir nevi ittifak çabaları emperyalizm nezdinde kuşkulara yol açmaktadır. RTE de Batı tarafından şu veya bu biçimde tasfiye edilmek istendiğine ve darbe teşebbüsünün bu planın bir parçası olduğuna inanmaktadır…

Kar yağan hayaller…

Suriye politikasındaki değişiklik bu süreçlerle ilişkilidir. Başlangıçta Türkiye’yi müdahaleye teşvik eden ABD’nin hem Irak tecrübesi, hem de Suriye’deki gerçek durumu ve muhtemel sonuçlarını kavrayıp bir politika değişikliğine gitmesi Türkiye’nin neo-Osmanlıcı politik hattını büyük ölçüde açığa düşürdü. Türkiye, Suudiler ve Katar gibi bölge gericiliğinin önde gidenleriyle birlikte kendi öncelikleri doğrultusunda daha “bağımsız” davranmaya başladı. Ancak Mısır’daki İhvan hükümetinin bir askeri darbeyle alaşağı edilmesi ve aynı siyasi çizginin diğer Arap ülkelerindeki başarısızlıkları, iktidarın “Türkiye önderliğindeki İhvan zinciri” hayallerine kar yağdırdı! Üstelik Mısır’daki askeri darbe Türkiye’nin emperyalist müttefiklerinin “demokratik” tepkisine de yol açmadı. Darbenin en büyük destekçisi ve Sisi rejiminin finansörü, Türkiye’nin Suriye’deki baş müttefiki Suudi Arabistan’dır! Bir “güvenli bölge” kurma talebinin, bunun işleri daha da vahim hale getireceğini düşünen ABD tarafından kabul edilmemesi, Türkiye’nin inisiyatif kaybını hızlandırdı. Bu arada IŞİD’le ilişkiler konusunda Batı tarafından giderek sıkıştırılan Türkiye, ikircikli, daha doğrusu “riyakâr” tutumuyla emperyalist sistem içindeki geleneksel konumu açısından “güvenilmez” bir müttefik durumuna düştü. Ancak dönüm noktası, savaşa rejim lehinde müdahale ederek gidişatı büyük ölçüde değiştiren Rusya ile ilişkilerin kopması oldu. Saray rejimi, amacı çok büyük ihtimalle Rusya ile NATO’yu karşı karşıya getirip ABD’yi karar vermeye zorlamak olan “uçak düşürme” olayı sonrasında müdahale imkânlarını büyük ölçüde kaybederek Suriye denkleminin dışında kaldı. Bu durumda Türkiye’nin Suriye politikası, imkân ve araçları açısından, desteklediği selefi-cihatçı örgütlerin yanı sıra doğrudan kendisi tarafından örgütlenip finanse edilen ve çok sayıda faşistin de yer aldığı (Bazı TSK unsurlarından da söz ediliyor.) Türkmen tugaylarıyla sınırlandı.

Kürt anasını görmesin de..!

Ancak atlanmaması gereken çok önemli ve kritik bir husus daha var. İşin bu yönü belli ki belirleyici olacak. Kurtulmuş’un “Başımıza ne geldiyse Suriye’den geldi!” sözü öyle boşlukta edilmiş değil. Yukarıda vurguladığımız “dış politikanın iç politikanın devamı olduğu” prensibi aynı biçimde dış politikanın dönüp iç politikanın suratında patlayacağı kuralını da içerir. Hele ki milli, dini, etnik, mezhebi vb. sınır tanımaz fay hatları ile parçalanmış, dünyanın en kritik bölgesinde yaşıyorsanız…  Bunların en önemlilerinden biri olan ve dört bölge ülkesini sarmış Kürt milli meselesinin Suriye içsavaşının da etkisiyle geldiği nokta Türk devleti açısından bir kâbusa dönüşmüş durumda. “Çözüm süreci” döneminde bile “Kobani’yi düşürmenin tarifsiz hazzını” yaşamaya çalışan, ancak başaramayan “yeni Türkiye”, 7 Haziran sonrası, başkanlık rejimi hedefiyle Saray tarafından başlatılan savaşın da etkisiyle eski Türkiye’nin bütün reflekslerini göstermeye başlamıştır. Bilinir; bölgenin malûm devletleri, kendi aralarında hangi sorun ve rekabetleri yaşarlarsa yaşasınlar, mesele Kürtler oldu mu, bazı istisnai durumlar dışında ayrıyı gayrıyı bırakırlar! Kürt meselesi nasıl içeride her türden gericiliği bir araya getiren  “milli” bir çekim gücüyse bölgede de aynı işlevi gören uluslararası çekim gücüdür. Saray rejimi, söz konusu Kürtlerse, Esat’la görüşmek dahil, her kılığa girmeye, “Suriye’nin bölünmez bütünlüğü” uğruna her fedakârlığı yapmaya hazırdır! Hele ki, Esad’ın Haseke’de Kürtleri bombalayarak alenen göz kırptığı bir zamanda! İran ise bu meselede zaten eski “kader ortağı”dır. Neticede, darağacında bile olsak son arzumuz “Kürdün anasını görmemesidir!”

Oysa…

Oysa Kurtulmuş’un dediği gibi “geçerli bir politikamız olsaydı, bir barış perpektifi geliştirebilseydik” bunların hiçbir olmayacaktı. Ama oldu, “Esat birkaç haftaya gider” hesabıyla hem hayal dünyalarını hem de çaplarını ortaya koydular. Hâlbuki bizimkiler,  Suriye’nin neoliberal kalkınmasında, iktidardaki hırsız ve zorbalara bu işlerin usulünü ve uluslararası planda kabul edilebilir yollarını gösterip pazar büyütürken, onlar da hem uluslararası sermayeyle bütünleşecek, hem de Kürtlere göz açtırmayacaktı. Üstelik RTE’nin o zamanki  “prestiji” düşünüldüğünde özgürlük, eşitlik, adalet ve insanca bir hayat için başkaldıran kitleleri böyle şeylerden vazgeçirmenin maliyeti, tabii, aldatılmaları ölçüsünde, çok daha düşük olabilecekti! Kim bilir, belki de bu yaz Esad’lar, Erdoğan’ların davetlisi olarak Bodrum’da birlikte tatil yapıyor olacaklardı…

Neyse artık çözüm yakın! Numan Bey,  Suriye halkına çok şey vaat ediyor, aynı bizlere olduğu gibi! İnansak mı acaba? Ancak işe dahil olanlara bakıldığında o çözümün nasıl bir şey olacağını merak etmemek mümkün değil. Eminiz, en iyi ihtimalle, Suriyeli emekçilerin hayatta kalmalarına izin verilerek karşılığında bütün temel taleplerinden vazgeçmeleri istenecek. Elbette yenilen bütün devrimlerin ödenmesi gereken bir bedeli vardır; en başta da emekçiler tarafından… Ama yine de rejimi devirmek, İslamcıları, emperyalizmi, dışarıdan musallat olanları def etmek vardı, ama olmadı. İşçi sınıfının önderlik krizi insanlığın krizi olmaya devam ediyor.

Keşke zamanında…

Yorumlar kapalıdır.