Söyleşi: Sena Aydın
Covid-19 salgınının kamusal eğitim ve kamu emekçisi öğretmenler üzerindeki etkileri neler? Kocaeli’nde bulunan bir devlet okulunda branş öğretmenliği yapan bir öğretmen anlatıyor.
Merhabalar, vakit ayırdığın için çok teşekkürler. Öncelikle seni biraz tanıyabilir miyiz?
Ben 21 senedir devlet öğretmeniyim. Mesleğe sınıf öğretmeni olarak başladım. Sonra bize verilen bir hakla orta öğretimde branş öğretmenliğine geçtim. Sendikalıyım ama üye sayısı itibariyle şu an bizim için karar verici sendika maalesef benim üyesi olduğum sendika değil, hükümet yanlısı Eğitim-Bir-Sen.
Güncel durumu daha iyi anlayabilmemiz adına bize biraz salgın öncesindeki çalışma koşullarınızdan bahsedebilir misin?
Bugüne kadar eğitim faaliyetleri adına “şu da olsaydı daha iyi olurdu” dediğimiz çoğu şey son dönemde yapıldı. Bunda, her ne kadar siyasi görüşlerini kesinlikle paylaşmasam da şu anki Milli Eğitim Bakanı’nın eğitimci olmasının, tabandaki öğrenci ve öğretmenlerin ihtiyaçlarını bilmesinin payı var diye düşünüyorum. Önceki bakan hatırlarsanız Milli Savunma Bakanlığı da yapmış, eğitimden zerre kadar anlamayan bir insandı çünkü! Ama bu her şey güllük gülistanlık demek değil tabii. Çünkü birincisi eğitimde uygulanan 4+4 sistemi bir felaket. İkincisi, müfredatının içi boşaltılmış durumda. Bunu müfredatın kolaylaşması anlamında söylemiyorum, çünkü şu an zaten bilgiye ulaşım sıkıntısı yaşamadığımız bir çağdayız. Böyle bir çağda biz zaten öğretmenler olarak çocuklara temel olarak bilgi değil, bilinçli ve düşünen insanlar olmayı öğretebiliriz. Ama müfredat çocukları düşünmeye, sorgulamaya teşvik eden bir müfredat değil, tam tersi bilgi ezberlemeye ve itaate dayalı bir müfredat. Üçüncüsü de siyasetin eğitime ve eğitim sektörüne müdahil olması.
Bahsettiğim üçüncü neden bizim çalışma koşullarımızı etkileyen en büyük sıkıntı. Hükümet her yerde olduğu gibi okullarda da yönetim ve idarecileri liyakat gözetmeksizin kendi kadrolarından seçiyor. Evet bakan iyi bir eğitimci olabilir, ama eğitim siyasetten kopmadıkça pratikte bizim için bir değişim yaşanmıyor. Çoğu kamu okulunda öğretmenler ağızlarını açıp herhangi bir konuda fikir beyan edip yorum yaptıkları anda terörist ilan ediliyorlar. Özellikle 15 Temmuz sürecinden sonra o kadar fazla öğretmen şu ya da bu sebeple açığa alınıp görevden uzaklaştırıldı ki, hiçbirimiz ses çıkartıp bu duruma düşmeyi göze alamıyoruz. Ya da okul müdürü hükümetin desteklediği sendikadansa ve siz değilseniz size farklı yaptırımlar uygulanıyor. İş, “Sendikanızı değiştirmek istemez misiniz hocam?” diyerek başlıyor. Bunu yapmadığınız zaman izin alırken de sıkıntı yaşıyorsunuz, rapor alırken de sıkıntı yaşıyorsunuz, alttan alta tehdit de ediliyorsunuz. 2014’te değiştirilen yönetmelikle bir gecede yaşanan, bizim “müdür kıyımı” dediğimiz hükümet yanlısı kadro değişiklikleri sonucunda geldiğimiz nokta bu: kimsenin ağzına laf vermeden öğretmenlik yapmaya çalışmak. Veliler bir yandan, idareciler bir yandan, siyasiler bir yandan…biz bunlarla uğraşmaktan öğretmenlik yapamıyoruz. En idealist öğretmen bile bir noktadan sonra beziyor, bırakıyor uğraşmayı.
Özel okullarda çalışan öğretmen arkadaşlarımızın durumu daha da vahim tabii. Biz 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi olduğumuzdan işimizi kaybetme korkusunu ilk defa 15 Temmuz süreci sonrasında yaşamaya başladık. Özel okul öğretmenleri attıkları her adımı bu korkuyla atıyorlar. Tamamiyle işvereni koruyan sözleşmeler imzalamak zorunda kalıyorlar, hiçbir iş güvenceleri yok, aldıkları maaş bizim aldığımız maaşın çoğu zaman yarısı ve mesleki hayatları idarecilerin iki dudağı arasında öğretmenlik yapmaya çalışıyorlar.
Koronavirüs süreci ve eğitim kurumlarının öğretime ara vermesi sizi nasıl etkiledi peki?
Devlet, şu an aynı derslere girdiğimiz zamanki gibi bizim tüm haklarımızı ödüyor. Bir tek kurs ve nöbet ücretlerimiz kesildi. Ama buna karşılık devlet salgın döneminde kamuda çalışan personel ihtiyacını bizimle kapatmaya çalışıyor, çünkü Sağlık Bakanlığı İl ve İlçe Sağlık Müdürlükleri’nde çalışan personel sayısının yeterli olmadığını söylüyor. Mesela bizim çalıştığımız ilçede personel sayısının iki katından fazla sayıda korona hastası varmış. Bu personelin hem bu hastalarla hem de hastaların temasta olduğu belirlenen yüzlerce kişiyle aynı anda ilgilenmesi mümkün değil. Dolayısıyla, biz şu an öğretmenler olarak sendikalarımız üzerinden göreve çağrılıyoruz. Bağlı olduğumuz ilçelerde bulunan Covid-19 testi pozitif çıkmış kişilerin ve bu kişilerin çevrelerinde temas ettikleri diğer insanların evlerine polis eşliğinde gidip 15 gün karantinada kalmaları gerektiğini söylememiz, onlara bu konuda yazılan tutanağı okumamız ve onaylatmamız isteniyor. Sonrasında da 15 gün boyunca bu kişilerin evden çıkıp çıkmadıklarını telefon verilerine bakarak kontrol etmemiz ve bir sisteme girmemiz gerekiyor.
Bu görev başta gönüllülük esasına dayanıyordu ama aramızdan neredeyse hiç kimse gönüllü olmak istemedi, çünkü herkes görev sırasında virüsü kapmaktan korkuyor. Ben biraz farklı düşünüyorum. Eğer çıkıp sağlık emekçilerini alkışlıyorsak, onlar kadar risk altında kalmayacağımız bir görevden kaçmamız gerek; yoksa bu onlara haksızlık. Ama asıl sorun, binlerce atama bekleyen sağlık görevlisi varken ve onlar aslında bu işi bizden çok daha iyi yapabilip insanların ihtiyaçlarına ve sorularına da cevap verebilecekken, hükümetin bu görevi “zaten maaşlarını veriyoruz” mantığıyla devlet öğretmenlerin üzerine yıkması. Hükümetin nereden nasıl kâr ederim anlayışının bir örneği.
Öğrencilere etkisine gelirsek de örneğin 8. sınıf öğrencilerim LGS’ye girecekler ve bu konuda ne olacağı belli değil. Sınav yüz yüze eğitimin verildiği konular üzerine olacakmış ama öğrencilerim evde ne yapıyor, bu ortamda bir yandan sınava çalışıp bir yandan nasıl uzaktan eğitime devam ediyorlar bilemiyorum, çünkü şu an iletişim kuramıyorum onlarla.
Öğrencilerle iletişim demişken biraz bu EBA Uzaktan Eğitim Sistemi’nden bahsedebilir misin? Nasıl işliyor, eğitimin ihtiyaçlara ne kadar cevap veriyor?
Evet sözde bir Uzaktan Eğitim Sistemi var EBA denilen. Ama benim 3 haftada anlattığım konuyu EBA’daki videolarda sanki çocuklar her şeyi zaten biliyormuşçasına, her çocuğun seviyesi aynıymışcasına maksimum 20 dakikada anlatılıp bitiriliyor. Baştan böylesi bir durum için hiç hazırlık yapılmadığından, EBA üzerinden verilen eğitim çok soyut ve yetersiz kalıyor.
Bu süreçte bizim de Zoom üzerinden canlı ders yapmamız istendi, çocukları görmek, onlarla konuşmak iyi olur diye. Sınırlı sayıda veliye ve öğrenciye ulaşabilsem de bir iki kez bunu denedik. Ancak Milli Eğitim Müdürlüğü Zoom uygulaması üzerinden çıkabilecek herhangi bir sorunda (velilerin yanlışlıkla uygulamanın paralı versiyonunu indirmesinden çocukların görüntülerinin çalınmasına kadar) tüm sorumluluğun öğretmenlere ait olacağını söyleyince yapmama kararı aldık bu dersleri. Bakanlık öğretmenlere bu uygulamaya devam edin diyor tabii ama asla arkamızda durmadığını üstüne basa basa belirterek. Yeni aldığımız haber de 8. ve 12. sınıflarla EBA üzerinden canlı dersler yapılacağı; bunu bekliyoruz şimdi. Ama EBA’ya giriş yapmak yaşanan yoğunluk nedeniyle şu an bile zor. Üstüne canlı dersler de eklenince nasıl olacak bilmiyorum.
Bir de zaten şöyle bir durum var. Benim çalıştığım mahalle çok göç alan ve gelir düzeyi oldukça düşük bir mahalle. Dolayısıyla çocuklar kalabalık evlerde aile büyükleriyle bir arada yaşıyor. Velilerimin çoğu işçi. Kimi şu dönemde işini kaybetti; kaybetmeyenlerin neredeyse hepsi hâlâ çalışmak zorunda. Çoğu öğrencimin evinde düzenli internet bağlantısı yok. Çocukların da velilerin de temel kaygısı, sadece bu dönemde de değil her zaman “karnımızı nasıl doyuracağız?” kaygısı. Yani bizim çocuklarımızın temel sorunu okul, öğrenmek, ders çalışmak değil, açlık, geçim kaygısı, ev ortamı, tanığı ya da hedefi oldukları şiddet ve istismar vakaları. Devlet bu durumdaki çocukların oturup EBA’da verilen dersleri dinleyeceğini mi düşünüyor? EBA’nın tek amacı sadece toplumun gazını almak, “bakın devlet her şeyi düşündü, eğitimde fırsat eşitliği ilkesinin gereklerini yerine getirdi” diyebilmek. Eşitsiz bir düzenin içinde hangi eşitlikten bahsediyoruz, böyle bir şey mümkün mü!
Peki son olarak sürece dair kaygılarınız, beklentileriniz, talepleriniz neler?
Toplumun geri kalanı gibi bizim de maaşlarımızda kesintiye gidilecek mi kaygımız var. Şöyle açıklayayım, biz aldığımız maaş karşılığı haftada 15 saat derse girmek zorundayız. Bu saatin üstünde girdiğimiz her ders ek ders sayılıyor ve bunlar için ek ücret alıyoruz. Ek dersler bizim için maaş karşılığı girdiğimiz dersler kadar değerli. Benim eşim de devlette öğretmen ve iki çocuğumuz var. Ek ders ücretlerimiz olmazsa sadece öğretmen maaşımızla geçim sıkıntısına düşeriz. Şu an için devlet ek derslerimizin ücretlerini de ödüyor bize. Ama süreç uzarsa devlet ek ders ücretlerinde kesintiye gider mi kaygısı yaşıyoruz.
Eğitim açısından düşünürsek de müfredatın temposu çok hızlı olmadığından ara sınıfların açıklarını önümüzdeki sene içerisinde bir şekilde kapatabiliriz diye umuyoruz. Asıl problem 8. ve 12. sınıfların lise ve üniversite yerleştirmeleri olacak. Süreç önümüzdeki döneme uzarsa bu probleme 7. ve 11. sınıflar da dahil olacak. İşin kötüsü bu seneki 8. sınıflar özelinde şöyle bir problem de var: Bu seneki 8. sınıflar çok kalabalık, çünkü seneler önce 4+4 sistemine geçildiğinde o dönem iki yaş grubu aynı anda ilkokula başlamıştı. İşte 4+4 sisteminin ilk kurbanı olan o kalabalık dönem şimdi 8. sınıfta ve içinden geçtiğimiz koronavirüs döneminde LGS’ye girmeye hazırlanıyor. Ama liselerin yapısı bu kadar öğrenciyi almaya yetecek şekilde düzenlendi mi? Hayır. Örneğin, bu yoğunluğu gidermek için sadece bizim çalıştığımız ilçede bile iki tane daha lise açılması gerekiyor. Bu salgın döneminde böylesi bir düzenleme ne kadar sağlıklı yapılabilecek? Yapılamayacak. Peki ne olacak? Bu öğrencilerin birçoğu kontenjanlar arttırılsa dahi liseye gidemeyecek ve açıkta kalacaklar. Zamanında hükümetin bir lütuf ve hak olarak halka pazarladığı bu 4+4 sisteminin gerçek yüzüyle de birebir bu koronavirüs döneminde karşılaşmış olacağız.
Çözüm olarak şu ana kadar bize söylenen çocukları oldukça kötü koşullardaki endüstri meslek liselerine ve imam hatip liselerine yönlendirmemiz. Yani bize öğrencilerinizi ziyan edin diyorlar, kısacası çözüm bu. Tabii bir de ne olacak? Kontenjanlar artırılacak, yeni ücretli öğretmen atamaları yapılacak, hükümet bunu da başarı olarak sunacak ama sonra ne olacak? Önümüzdeki senelerde bu yoğunluk atlatılınca öğretmenler toplu olarak işten çıkartılacaklar.
Bu durumda ücretli öğretmenler meselesi de açığa çıkıyor. Devlet okullarındaki öğretmen sayısı yetersiz. Ama devlet kadrolu öğretmen alımı yapmak yerine bu açığı ücretli öğretmenlerle kapatmayı seçiyor. Neden? Çünkü bizimle tamamıyla aynı işi yapsalar da girdikleri ders saati üzerinden ücret aldıklarından bizim aldığımız maaşın yarısını bile alamıyorlar, sigortaları tam yatmıyor. Yani devlete “maliyetleri” çok daha düşük oluyor. Bu sistem de sözde eğitimde devamlılığı savunan AKP hükümetinin eğitim sektörüne vurduğu en büyük darbelerden biri. İşin toplumsal cinsiyet boyutunu da unutmamak lazım tabii. Bu şekilde güvencesiz çalışan ve emeği sömürülen ücretli öğretmenlerin çoğu kadın. Koronavirüs sürecinin başında ücretli öğretmenler derse girmedikleri için ücretlerini alamıyordu. Sonra bu duruma karşı toplumsal bir tepki oluşunca bir kararname çıktı ve şu an ücretlerini alıyorlar, ama aldıkları ücret zaten ortada. Asıl mesele hayatlarımızın birilerinin keyfine kalmış kararnameler tarafından belirleniyor olması. Yarın başka bir kararnameyle bu hakkın geri çekilmeyeceğinin, ya da bizim var olan haklarımızın elimizden alınmayacağının bir garantisi var mı? Yok maalesef. Durum böyle, eğitimin ve eğitimcinin sorunları zaten anlatmakla bitmez, içinden geçtiğimiz dönem bu sorunları daha da gün yüzüne çıkartıyor.
Yorumlar kapalıdır.