Marmara’da müsilaj: Çürüyen bir yönetim zihniyetidir

Marmara’da yaşanan müsilaj beklenmedik bir durum değildi. Geçmiş uyarıların yanı sıra henüz yılın başından itibaren olağandışı durum tespit edilmiş ve pek çok kanaldan ifade edilmişti. Yerel yönetimlerin neredeyse tamamı başlarda sorunu doğal bir döngü, mevsimsel bir olay olarak tanımlarken, bakanlık -ortada özelleştirilecek bir şey görmediğinden olsa gerek- konu hakkında geçtiğimiz haftaya kadar tek ses çıkarmadı.

Niçin her şeyin uzmanı olmak zorundayız?

Depremle sismolog, salgınla enfeksiyon uzmanı, aşıyla virolog, Sedat Peker ile derin devlet uzmanı olan biz Marmara’nın taşıyamadığı kirlilikle birlikte müsilaj uzmanı haline geldik. Bu, genetik kodlarımız ya da kültürümüzden kaynaklanan bir şey değil. Kurumlara güvenimiz o kadar az ve o kadar çok yalanla karşılaştık ki sorumlulara karşı sıkı bir bağışıklığımız var. Bu yüzden her daim bağımsız kuruluşların, sendikaların, meslek örgütlerinin ya da uzmanların dediklerine kulak vererek ister istemez konu hakkındaki bilgimizi artırmak durumunda kalıyoruz.

Bağıra bağıra gelen müsilaj sorununa karşı yetkililerin çoğu susar, kalanına da inanılmazken basın da bilgi vermek ya da daha çok okunmak için uzman görüşlerine yönelmek durumunda kalıyor. Bu konuda da doğru bilgi edinmek adına iki temel sorunla karşılaşıyoruz.

Birincisi, sorunu politik bir rekabet malzemesi haline getirmek isteyen basın-yayın patronları yaratıyor. Malum havuz medyasından konu hakkında görüş isteyen muhabirler “Marmara’yı İmamoğlu öldürdü!” cümlesini ağzınızdan kaçırmanız için elinden geleni yapıyorlar. Konunun geçmişini, sebeplerini anlatınca da görüşünüzü yayımlamıyorlar.

İkinci bir sorun olarak da (belki de azaltılan muhabir sayısı ve yarış haline gelen haber üretimlerinden ötürü de) maalesef ki havuz dışı medyadan edindiğimiz bilgilerde de hatalar manzumesi ile karşılaşabiliyoruz. Mesela konu hakkında görüş almak için bana ulaşan Gazete Oksijen her nasılsa beni 8 yıldır müsilaj üzerinde çalışma yapıp bunları da düzenli olarak raporlayan biri olarak tanıtıvermiş! Ben “Böyle bir şey demedim” dediğimde de “Haklısınız, yanlışlık olmuş” dediler. Bildiğim kadarı ile Türkiye’de sadece müsilaj üzerine çalışan biri yok, ama konu hakkında konuşmak için Marmara Denizi kirliliğini ve sebeplerini bilip anlatmak temel olarak yeterli. Ki bu konuda yeterince bilgili-görgülü insan var ve benim de çevre mühendisi olarak aldığım eğitim de tam da bu konu hakkında konuşabilmeme olanak veriyor. Öte yandan durduk yere, var olmayan uzmanlıkların yaratılması olanı biteni yanlış kavramamıza neden oluyor.

Bu iki sorun/sonuç, güvenilir bilgiye ulaşmak adına her türden kamu faaliyetinin şeffaflıkla yürütülmesi gerektiğini yeniden gösteriyor. Bu olmadıkça koronavirüse inanmayanlar artar, aşı karşıtlığı köpürtülür, müsilajın da yüzeyi süpürerek, yiyerek ve gübre yaparak fırsata çevrileceğine inananlar çıkar.[1] Bu vesileyle her türlü kamu hizmetinin ve üretim faaliyetinin bizim “işçi denetimi” olarak ifade ettiğimiz şeyle denetlenmesinin ne kadar hayati olduğunu bir kez daha vurgulayalım. “İşi uzmanına bırakmak” elbette ki yanlış değil, ancak sahici bir denetim olmazsa tüm işlerin; zenginliklerini artırma ve baskıcı rejimi destekleme uzmanları arasında paylaşılıyor olduğunu, dahası alakasız bir biçimde uzmanların “yaratılabildiğini” de görüyoruz.

Marmara’da müsilaj nasıl oluştu?

Müsilaj dediğimiz olayı temel olarak üç adımda anlatabiliriz. Birincisi; Marmara Denizi üzerindeki kirlilik yükü ciddi şekilde artıyor. Bu yükü artıran şey de İstanbul, Tekirdağ, Kocaeli, Yalova, kısmen de Çanakkale’nin evsel atık sularının büyük ölçüde yeterli arıtmadan geçmeksizin Marmara Denizi’ne derin deniz deşarjı ile iletilmesi.

Yeterli olmadığını söylediğimiz arıtmadan kastımız ne? Kadir Topbaş döneminde İstanbul’un atıksularının yüzde 100’ünün arıtıldığını söyleyen reklam panolarını anımsarsınız. Bu panolar büyük bir problemi gizliyordu. Her yıl İstanbul’un atıksularının yüzde 70’e yakın bir oranı yalnızca ön arıtma denen bir arıtmadan geçirilerek Marmara Denizi’ne deşarj ediliyor. Nedir bu ön arıtma derseniz, ön arıtma işe teknik bir terim olarak bakmayan kimseyi arıtma olduğuna ikna edemeyecek olan bir yöntemdir. Tüm atıksuları yalnızca bir tür ızgara sisteminden (demirden bir süzgeç olarak okuyabilirsiniz) geçirmekten ibaret olan yönteme ön arıtma dendi. Bu yöntem, pompalara zarar vermemek için evlerde klozete atılan plastik, katı madde, cam, ahşap vb. gibi ürünlerin atıksudan alınması, yani kabaca süzülmesi anlamına geliyor. Düşünün İstanbul’un atıksularının yüzde 70’i bu şekilde Marmara Denizi’ne derin deniz deşarjı ile iletiliyor. Ve yukarıda sayılan şehirler de buna ekleniyor. Yani Marmara Denizi’ne 25-30 milyon insanın atıksuları her gün boşaltılıyor. Buna bir de Bursa, Ergene, İzmit ve diğer yerlerdeki sanayiyi de eklerseniz durumun vahameti iyice açığa çıkar.

Derin deniz deşarjı nedir diye sorarsanız da sorunlu bir başka konuya ulaşırsınız. Bedreddin Dalan döneminde Haliç’i kurtarma projesi olarak hayata geçirilen bu yöntemi basitçe, kirliliği halının altına süpürmek olarak özetleyebiliriz. Marmara Denizi özgün ve inceledikçe hayranlık uyandıran bir yapıya sahip. Karadeniz ve Akdeniz sularının pek çok açıdan olduğu gibi tuzluluk oranlarında da bir farklılık vardır. Akdeniz suyu daha tuzlu, Karadeniz suyu ise daha az tuzludur. Hatta bu yüzden Karadeniz’in su seviyesi Akdeniz’den daha yüksektir. Bu sebeple Marmara Denizi’nde çoğumuzun İstanbul Boğazı’ndan bildiği çift yönlü bir akıntı vardır. Hafif olan Karadeniz suyu yüzeyden Ege’ye doğru akarken, ağır olan Ege suyu da dipten Karadeniz’e doğru yol alır. Derin deniz deşarjı mantığı da burada devreye girer. Marmara’nın etrafındaki atıksu yönetim planı şudur: Atıksularımızı Marmara Denizi’nin dibine verirsek bu atıksu dip akıntısı ile beraber Karadeniz’e ulaşır ve Marmara’ya bir şey olmaz! Sadece evsel atıksu değil, Ergene, Bursa, İzmit, İstanbul vb. sanayiinin de atıksu yönetim planının bu olduğunu düşünürsek sorunun ne denli büyük ve açık olduğunu anlayabiliriz. Bu mantık tıkır tıkır işlese, kirlilik Karadeniz’e aksa ve Karadeniz’i kirletmeyi umursamasak dahi bir sorun daha var. Marmara’nın iki yönlü akıntısı olan yüzey akıntısı (Karadeniz’den Ege’ye giden) hızlı bir şekilde (4 ay gibi bir sürede) Ege’ye ulaşıyor ama daha yavaş olan dip akıntısının Karadeniz’e ulaşması 7 yıla dahi varabiliyor. Yani 80’li yılların sonlarından beri Marmara Denizi’nin dibi oldukça ağır bir kirlilik yükü taşırken nüfus, sanayileşme arttıkça da bu yük artıyor.

Tamam, kirlilik artabilir ama bunun müsilajla ilgisi ne diye sormanız da çok normal. Bu noktada müsilaj oluşumunun ikinci adımına geliyoruz. Bizim kirlilik dediğimiz şey aslında organik bir yük, yani başka canlıların besini olduğu için pek çok tek hücreli canlı bu sayede kolayca üreyebiliyor. Bu üreme doğal olmayan, aşırı bir üreme olarak meydana geliyor.

Üçüncü ve son olarak da bu aşırı üremenin sonucunda malum tek hücreli canlılar üreme limitlerinin sonuna ulaştıklarında patlamaya/ölmeye başlıyorlar. Bu canlıların biyolojik atıkları ve kendileri de çeşitli sebeplerle beraber su yüzeyinde gördüğümüz, müsilaj adını verdiğimiz köpüksü yapıyı oluşturuyor.

Müsilaj sorunu öngörülemedi mi?

Bu sürecin hiçbir adımı kendiliğinden ve beklenmedik bir biçimde yaşanmadı. Gelişimi gün be gün izlendi, raporlandı, yetkililere iletildi. Ancak icra mercileri halkın büyük tepkisi gelene kadar kıllarını kıpırdatmadılar.

MAREM (Marmara Çevresel İzleme) koordinatörü Levent Artüz, mevcut patlamaya ilişkin çalışmalarını yılın başından itibaren başlatmıştı. Dahası da var; bu müsilaj sorunu daha önce de yaşanmış ve belgelenmişti. Henüz Dalan zamanında Marmara’nın yeşile ve kırmızıya boyandığını, bunlara dair de gerekli bilimsel uyarıların geldiğini biliyoruz. 2007’de bugünküne benzer ama daha ufak çapta yaşanan müsilaj sorununa gerekli tedbirler alınsaydı bugünü yaşamayacaktık. Buna rağmen ne yapıldı? 2013 yılında Ege ve Saros’ta gözlenen müsilaj önce açıklanamadı. Sonra anlaşıldı ki Marmaray projesindeki dip hafriyatının Çınarcık Çukuru’na boşaltılması ile çökmeyip Ege’ye giden hafriyat aslında bu müsilajdı ve yaklaşık iki bin yaşındaydı. Yani merkezi yönetim Marmara ekosistemini bozmak için binlerce yıllık ölüleri bile ayağa kaldırmıştı.

MAREM müsilaja sebep olan canlıları takip edebilmek için Marmara’da klorofil-a denilen bir maddenin taramasını düzenli olarak yapıyor. Bu ölçüm sonuçları ne kadar çoksa müsilaja sebep olan canlıların o kadar arttığını anlayabiliyoruz. Bu madde 2011 yılında pek çok noktada yüzeyde 0,3 birimken, denizin 20 metre derinliklerine doğru (Marmara’nın kendine has yapısından ötürü biriktikleri yerde) 2,1 birime (µg/L) ulaşıyordu. 2014’te bu oran aynı noktalarda yüzeyde 3’e çıkmasına karşılık aynı derinlikte 9 µg/L’ye kadar çıkmıştı. Bu durum da üremenin oldukça hızlı olduğu ve bu canlıların nüfusunda ciddi bir artış olduğunu söylüyordu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise 2018 yılında (2011-14 yılları arasında yüzeyde 1-3 arasında gezinen) klorofil-a oranının yüzeyde dahi 12 µg/L’ye kadar çıktığını belgelemişti. Ancak bunu bir sorun olarak görmedi.

Müsilajın oluşumuna giden yol hükümetin gözü önünde, kontrolünde, açıkça ve hızla kat edildi. Artık beklenen tek şey bir patlama idi ve nihayet içinde bulunduğumuz yıl ve mevsimde gelmekte olan geldi.

Bakanlığın eylem planı yeterli mi?

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı uzun süren sessizliğini gelen tepkilere dayanamayarak bozdu ve büyük bir reklamla beraber “Marmara Denizi Koruma Eylem Planı”nı açıkladı. Ama programa bakacak olursak başladığımız noktadan bir adım ileride olmadığımızı söyleyebiliriz. Bakanın Marmara kirliliğine yaklaşımı, adeta Berat Albayrak’ın ekonomi yönetimine benziyor. Bütün şehir yanarken söndürmek için acil seferberlik yaratmak yerine, yangın bitince herkese bir yangın tüpü dağıtma sözü vermekle bakanın ilan ettiği 22 maddelik planın ağırlığı aynı. Gerçek sorun hiç ifade edilmezken sadece “düzelteceğiz”, “düzeltmeye hız vereceğiz” deniyor. Planın birkaç maddesine değinelim.

Madde 3- Marmara Denizi’nin tamamını koruma alanı olarak belirleme çalışmaları başlatılacak, 2021 yılı sonuna kadar tamamlanacak, diyor. Koruma alanı-korunan alan vb. kriterleri mevcut yasa ve yönetmeliklerde dahi -çok yetersiz olmasına rağmen- netken niçin hemen uygulamaya geçilmiyor? Anlaşılan bakanlık “istisnaları” belirlemek için zaman kazanıyor. Diyebiliriz ki, pandemi dönemindeki kısıtlamalara tanınan anlaşılmaz istisnaların benzeri Marmara’yı kirletmek için de tanınacak.

Madde 4- Acil müdahale kapsamında 8 Haziran 2021 tarihinden itibaren, 7/24 esasıyla, Marmara Denizi’ndeki müsilajın bilimsel temelli yöntemlerle tamamen temizlenmesine yönelik çalışmalar başlatılacak, diyor ancak bu ne demek? Deniz şu şekilde temizlenir diye bir bilimsel metot yok. 7/24 diye bilinen bilimsel bir esası da en azından ben hiç duymadım. Bu madde “Marmara’yı pırıl pırıl yapacağım” cümlesine bir iki bilim kelimesinin (terimi değil) yerleştirilmesiyle aynı anlama geliyor.

Madde 8- Atık su arıtma tesislerini gerektiği gibi işletmeyen OSB’lerin rehabilitasyon ve iyileştirme çalışmalarıyla ileri arıtma teknolojilerine geçişi hızlandırılacak, diyor. Bunun acil bir müdahale olmadığını, hükümetin patronların Marmara’yı öldürme hakkını uzattıklarını bir çocuk bile anlar. Hükümet niçin Marmara’ya usulsüz şekilde kirlilik salan kurumların faaliyetine son vermiyor, kamulaştırıp düzenlemiyor? Bunu hemen yapabilecek gücü yok mu?

Bunun dışında, tüm tesisleri ileri tesisler haline getirmek, kimi temizlik ürünlerine kısıtlamalar getirmek, zeytin kara suyu ve peynir altı suyu hakkında dahi vaatler var. Ancak bunların hiçbiri için nasıl/ne zaman soruları yanıtlanmıyor.

Ne yapılmalı?

Ne yapılması gerektiğini uzunca anlatmak yerine kısaca özetleyecek olursak; acil bir eylem planı öncelikle kirleticilerin faaliyetine derhal son vermek, kirleten-usulüne uygun çalışmayan firmaları derhal kamulaştırmak, kaçak deşarj ve yanlış bildirime dair derhal bir denetleme seferberliği başlatmakla olur. Ardından da Marmara’ya deşarj yapan mevcut sistemi kısa vadeli bir iyileşme için hızla rehabilite ederek, zaman kazanmak adına Karandeniz’in değişen debisine ve Marmara’nın değişen akıntı yapısına uygun hale getirecek müdahaleleri yapmak gerekirdi. Ardından da tesislerin ileri tesisler haline getirilmesi için (arazi sorununu çözebilmek adına) gerekli kamulaştırmaları yaparak sağlıklı tesislerin hayata geçirilmesinin planlamasını yapmak, hiç değilse bunu öngörmek gerekirdi.

Ancak bakanlığın açıkladığı 22 maddenin niyetinin Marmara’nın ölümünü kârlı bir hale getirme çabasından başka bir şey olmadığını, özellikle de özel sektörle işbirliği vurgularında görebiliyoruz.

Çok geç değil. Hâlâ yapılabilecek çok şey var. Kısmi, fısıldaşma halindeki tepkiler bile yetkilileri görüntüde de olsa harekete geçirirken, sendikaların ve meslek örgütlerinin başını çektiği bir mücadele Marmara’da yaşamı yeniden kurabilir.


[1] Müsilajın denizin içerisinde olduğunu, dolayısıyla tuzlu olduğunu ve bu yöntemler için tuz gideriminin bir hayli masraflı olduğunu anlatmaya gerek yok sanıyorum.

Yorumlar kapalıdır.