DTP, Başbuğ ve dipçik…

Ve yeniden, Asker-Polis Rejimi’nde yaşamak!

DTP’ye yapılan operasyon genelde DTP’nin seçim başarısına yönelik bir tepki, bir cezalandırma olarak nitelendi. Bu elbette yanlış değil. Sonuçta DTP’ye yönelik uzunca süredir devam eden bir saldırı ve yıpratma söz konusu.

Şuan askıda bekleyen kapatma davası da bunlardan biri. Öyle ki, seçim sonuçları tüm çıkarımlar bir yana bu saldırılara karşı direncin kesin bir kanıtı oldu. Kimliğine, diline, siyasi temsiline sahip çıkan Kürt halkının iradesinin gücü oldu.

Bir başka ifadeyle, devlet ve hükümetin neredeyse diğer tüm politikaların aksine büyük bir ortaklık içinde açıktan oynadıkları din-cemaat kozu ve son süreçte gündeme oturan yardımlar boşa çıktı. Bunun kolay kolay sindirilemeyeceğinin tahmin edilmesi zor değildi. “Çözümden kastedilen yine bir çözümsüzlük değilse” bu sonuçların gözardı edilmemesi gerektiği açıktı.

Kastedilense oldukça çabuk ortaya çıktı. Şimdi bu operasyonların DTP’yi fiilen sonlandırma amacı taşıdığını söylemek hiç zor değil.

Tepkinin adını koyalım

Öte yandan, adını koymak gerek. Evet, bir tepki bu. Açıktan, sert, yıkıcı bir tepki. Ama kimin, kime, neye tepkisi? Belki bünye kusuyor denebilir. Bu açıdan tepkinin daha çok bir refleks olduğundan dahi söz edilebilir. Sonuçta varoluşunu bu inkâr ve imha üzerinden sürdüren bir rejimin olağanlaştırılmış, içselleşmiş bu yöntemi belki en iyi bu şekilde açıklanabilir.

Bu rejimin temel özelliklerinden biri , “siyasal, ekonomik ve sosyal yapının ‘güvenlik rejimi’ merkezli bir anlayışla asker-polis aygıtları temelinde yapılandırılmış olması”dır. ( İşçi Cephesi, Türkiye İçin Eylem Programı 2008) Bu ‘güvenlik rejimi’ni ayakta tutan aygıtlar anayasal olarak güvence altında olduğu gibi, meşruiyeti de ‘tehditlerin’ sürekli yeniden üretilme sürecinin bir parçası olarak sürdürülebilmektedir. Kürt sorununu bir güvenlik sorununa indirgeyen söylem ve yöntem karşılığını tam da burada bulmakta ve baskı-inkâr ve imha politikalarını olağan kılmaktadır.

Başbuğ buyurdu

Bu nokta belki tam da Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un buyurmalarına değinmenin vaktidir. Öncelikle 14 Nisan’da Harb Akademileri’nde yaptığı ve canlı yayın aracılığıyla kamuya da seslendiği yıllık değerlendirme konuşmasının girişine bakalım:

“Bugün burada yapacağım konuşmamda güncel konulara fazla girmeden, son yıllarda sık sık gündeme getirilen sivil-asker ilişkileri başta olmak üzere, terör ve terörle mücadele, demokrasi ve laiklik gibi konulara akademik bir pencereden bakmaya çalışacağım.”

Sizce de ilginç değil mi? Mekân, Harp Akademileri; konuşmacı Genelkurmay Başkanı; ama değinilen konular siyasetin temel alt başlıklarından bazıları… Konuşmanın tüm içeriğini bir kenara koyalım, yalnızca bu biçimsel çelişkiden, asker-sivil ilişkilerine, terör ve terörle mücadeleye, demokrasiye ve laikliğe dair algının çerçevesi açığa çıkmıyor mu?

Fakat illa içeriğe bakalım diyorsak buyurun okuyun… Türk kimdir, etnik kimlik nedir, Türkiye halkı nerdedir, terörist insan mıdır, insansa Türk müdür, Türkse niye dağdadır, o zaman dağ Türkü müdür? Aa bir de Kürt varmış!.. Hepsini öğrenelim. Ve hatta çoğulculuk nedir? TSK’nın çoğulculuğa katkısı nedir? Asker kimdir, askerlik nedir, Huntington asker midir? Hepsini…

Ya da durun o kadarına gerek yok, şunu ezberlesek kâfi:

“Her ülkede karar mekanizmalarının nasıl işleyeceği, asker ve sivil arasındaki yetki ve sorumlulukların nasıl paylaşılacağı, o ülkelerin anayasa ve yasalarında belirtildiği şekilde olmaktadır. Bu hususta, siyasal ve kurumsal kültür, güvenlik ortamı ve toplumsal algı da belirleyici özelliğe sahiptir. Bu nedenle, sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendine özgü şartları dikkate alınarak incelenmelidir.”

Şimdi ne çıkarıyoruz buradan? Bir, her ülkede asker-sivil arasındaki ilişkiler anayasa ve yasalarca belirlenir… Buraya kadar tamam; ama sizin de aklınıza aynı soru geldi değil mi: “Peki, bir ülkede anayasa bizzat askerî darbeler sonucunda belirleniyorsa ne olacak?” Şimdi cümlede “anayasa” gördüğümüz yere “asker” koyup baştan okuyalım. “Asker ve sivil ilişkileri asker tarafından belirlenir.” Bu daha tanıdık olmadı mı?..

İki, asker-sivil ilişkilerinde siyasal ve kurumsal kültür, güvenlik ortamı ve toplumsal algı da belirleyicidir… Aslında bu oldukça açık. Yeni bir soruya gerek bile yok. Yani ne diyoruz, bir ülkede askerî vesayet zaten siyasal ve kurumsal bir kültür olarak yerleşmişse, “güvensizlik” ortamı ile pekiştiriliyorsa ve bu “güvensizlik” ortamının tehditleri içinde toplumsal algı en güvenilir kurumun TSK olduğu gerçekliğiine yönlendiriliyorsa o ülkede askerî vesayetin sürmesi makbuldür, bu vesayet darbelerce, muhtıralarca pekiştirilir de pekiştirilir; ve bu yüzden anayasayı yalnızca onlar yapar ve bu yüzden asker-sivil ilişkisi diye bir şey yoktur. Askerin siville ilişkisi diye bir şey vardır!

Baş buyursun, böylece rejimin sınırlarını da görmüş olduk. Öyle bir sınır ki, adeta bir çember, dışındaki alan ancak içindeki daraldıkça genişler. Şimdi sormalı mı: İçi kimi, dışı kimi yakar?

İçi de dışı da bizi yakar!

Seni, beni… İçi de dışı da… Ya da şöyle demeli, Türkiye’de Rumuz ya, Ermeniyiz, Çerkesiz, Lazız, Aleviyiz, Kürdüz ya… Türkiye’de emekçiyiz ya, güvencesiziz, açız, açığız; Türkiye’de genciz ya, eğitim hakkımız yok, işsiziz, borçluyuz… Kadınız ya, çifte sömürüye maruz… Çemberin içindeki biziz ya işte! İçi de dışı da bizi yakar… Biz tehdit oluruz çünkü, bazen kimimiz, bazen hepimiz… Ve rejim genişler, genişledikçe de hepimizi birlikte ezer.

Öyle ki, asker-polis rejimi, bu vesayet bu baskı altında sürekli kendine pay/görev biçer. Ve bu pay epeyce uzun süredir bu topraklarda Kürt halkının talepleri görmezden gelinerek, mücadelesi ezilerek biçilmektedir.

Şimdi geri dönmeli mi DTP’ye yönelik operasyonlara; adını koymalı mı kimin, neye tepkisi bu, yeniden? Ya da Bağbuğ’un sözlerine değinerek bitirmek yeterli mi?..

“Terörist de insandır.” Evet! Alkışlar sizin için… Keşfi uzun ve meşakkatli bir yol oldu “ölü ele geçen”lerin üzerinden. Ve devam… Demek ki insan, ‘terörist’ olabiliyormuş; hele bunca terörize edildikten sonra… Hadi henüz yalnızca insanken vurun dipçiklerinizle hepimize!

Yazan: Cemre Sava (2 Mayıs 2009)

Yorumlar kapalıdır.