BİSAM’ın (Birleşik Metal-İş Sendikası Araştırma Merkezi) yaptığı son araştırmaya göre dört kişilik bir ailenin aylık açlık sınırı 2.822 TL, yoksulluk sınırı ise 9.762 TL oldu. 2003 yılının mayıs ayında dört kişilik bir aile, günlük minimum 15,9 TL’ye sağlıklı beslenebilirken, bugün ancak 94,1 TL’ye sağlıklı beslenebiliyor. Bu verilere göre açlık sınırı 18 yılda tam altı kat artmış oldu. Buna karşılık Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, yurtiçinde ve yurtdışında yerleşik milyonerlerin toplam sayısı 2021 Mart döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 35 artarak 332 bin 94 kişiye çıktı. Her kriz ortamında bölüşüm ilişkileri daha da eşitsiz hale geliyor. Bu fark da ekonomik enkazın başka bir sonucu.
Ekonomideki her kalemde tablo vahim. Hayat pahalılığı her geçen gün artarken, gençler arasında gelecek kaygısı da gittikçe büyüyor. İş aramayıp çalışmaya hazır olan, yani iş bulmaktan ümidini kesmiş insan sayısı son bir yılda yüzde 84,8 artarak 4 milyon 219 bin kişi oldu. Buradan yola çıkarak Türkiye’de 15-64 yaş arası işgücüne dahil olmayan nüfusun oranının yüzde 45 olduğu DİSK-AR tarafından ortaya kondu. Bu oran tüm Avrupa Birliği’nde yüzde 27 seviyesinde.
Her geçen gün alım gücü düşen ve yoksullaşan halkın acil iktisadi sorunlarına çözüm üretmek yerine hükümet cephesinde, baz etkisi kaynaklı yüzde 7’lik büyüme dillendiriliyor. Hissetmediğimiz büyümenin niceliksel miktarı artık kimseyi tatmin etmiyor. Defalarca başkanı değiştirilen istatistik kurumunun (TÜİK) verileri de gün geçtikçe inandırıcılığını yitiriyor. Daha önce yayımladığımız bir yazıda büyüme olasılığına değinip şöyle demiştik:
“2020 yılının kötü geçmesinin yarattığı baz etkisi 2021’de kendisini gösterecektir. Ekonominin temel verilerinde büyümenin söz konusu olması çok olası. 2020 tüm yıl büyüme beklentisi yüzde 2’nin biraz üzerinde, bu büyüme karşısında verilen cari açık ise GSYH’nin yüzde 5’i oldu. Çeşitli kuruluşların Türkiye için 2021 büyüme tahminleri ise yüzde 6’dan fazla, böylesi bir durumda cari açık çok daha fazla artacak demektir. Üstüne bütçe açığını da koyalım, onun üstüne de artacak kredi borçluluğunu ekleyelim (çünkü büyümek için kredi borçluluğu tekrar artacaktır). İşte hormonlu büyümenin yan etkileri bunlar. Bu büyümenin faturası da işçi sınıfına kesilecek.” (“Yüksek faize karşıyım” ekonomisi – II)
Artık Türkiye’de ekonomik büyümenin bir anlam ifade etmemeye başladığını görüyoruz. Politik ve iktisadi krizin yarattığı umutsuzluk ve toplumsal çürüme süreci, enkazı daha da ağırlaştırıyor. Ekonomideki tüm umudunu ülkeye gelecek turistlere ve NATO ile askeri uzlaşı neticesinde AB ve ABD’den gelecek borç ve sıcak paraya bağlamış bir iktidar var.
Acil ihtiyaçları çözmeye dönük en ufak bir adım atmayan, buna muktedir olamayan bir iktidarın bu enkazdan ülkeyi düze çıkarmaya gücü yok. İçine girilen genel politik hat Türkiye’nin dışa bağımlılığını pekiştirdiği gibi borç oranlarının hızla artmasına sebep oluyor. “Faiz lobisiyle mücadele ediyoruz” palavrasının ardına gizlenmiş bu borca dayalı bağımlılık ilişkisi, ülkenin emek ve doğa sömürüsünün artan oranda hızlanmasını beraberinde getiriyor. Toplumsal örgütsüzlük, sınıf içi bölünme ve korku iklimi sürdükçe değil devrimsel bir atılım, en ufak reform süreci bile gerçekleşemez. Dolayısıyla bu enkazı ancak mücadele eden işçiler kaldırabilir. Enkazın yükünü taşımamak için birleşik mücadeleyi ve dayanışmayı sürdürebilmek ve bu süreci politik olarak yeni kurucu bir anayasayla taçlandırmak gerekiyor. Acil ekonomik taleplerin karşılanabilmesi ve ekonomide yeni bir organizasyon için temel koşul, mevcut rejim ve üretim ilişkilerinden kopuş hedefiyle mücadele etmektir. Çözümün anahtarı siyasal arenada yatıyor.
Yorumlar kapalıdır.